Nasıl peygamber oldum?

Biraz erken uyandığım sıradan bir gündü.

Bugün dost kabilelerden aramıza yeni katılan dört yabancıya Türkçe öğreteceğim, kendi kabilem Türkçe öğrendikleri için bana minnet duyuyorlar ve dost kabilelere benden söz ediyorlar. Hayatlarının kolaylaştığını düşünüyorlar, hatta bazıları içlerinde uyuyan şair ve yazarları uyandırdıklarını söylediler. Haftalık av maceramızdan yaralanmadan ve bereketle döndüğümüzde yaptığımız şükür danslarını daha planlı yapmaya başladık. Basit danslar, herkese küçük roller verilen müzikal bir gösteriye dönüştü herkes bu durumdan memnun, sadece tüketmekten değil artık üretmekten de haz alıyorlar. Artık bu danslı müzikli gösterilerimizde yeni yetme oğlanlara ava çıktıklarında neler yapmaları gerektiğini tiyatral bir şekilde öğretmiş oluyoruz.

Elbette arada atalarının geleneksel danslarını, ritüellerini değiştirmiş olmamızdan rahatsız olanlar da var Dabidab bunlardan biri. Size biraz kabilemi göstereyim.


En öndeki savaşçımız Dabidab, fazla muhafazakar oluşu dışında çok iyi biri. Kabiledeki kadınların neredeyse ona taptığını söyleyebilirim, çok seviyorlar. Kadınlarımız sadece Dabidab'a yirmidört çocuk vermişler. Elbette hepsi yaşama tutunamamış ama kadınlar Dabidab'ın savaşçılığını, koruyuculuğunu baki kılmak için ondan olan oğullarını azami dikkatle yetiştiriyorlar. Kendi gözlerinden bile sakınıyorlar. Bir yandan haklılar, Dabidab bir avda yara alır da ölürse kabileyi koruyacak başka askeri zeka ve güç yok. Dabidab başlarda beni hiç sevmedi, aralarına katılmamı en geç kabullenen kabile üyesi kendisi. Ama şu sıralar aramız iyi, Türkçe sözlükteki "Komutan" kelimesinin açıklamasını çok sevdi, kendisine komutan denmesini istiyor içten içe. Ben de avda benden bir iyilik istediğinde "Emredersiniz komutanım" diyorum, egosu tatmin oluyor.

Amazon'da av


Ava çıktığımızda elimizi güçlendiren bir diğer kabile üyemiz Vemve, fotoğrafta en sağda. Aramızdaki en yaşlı avcı, genellikle av birliğimize öncülük ediyor, görüntü ve kokuyla kendini kamufle etme yeteneği olağanüstü. Yaban geyiği avlamaya gideceğimizde önce nehirde yıkanıp insan kokularından arınıyor sonra kendine yaban geyiği kokuları sürüyor, rüzgarı karşısına alarak kokusunun geyiklere gitmesini epey engelliyor. Çok sessiz ve yavaş hareket ederek geyiklere onları bıçakla avlayacak kadar yaklaşabiliyor. Modern dünyada binlerce alet geliştirmiş olmamıza rağmen Vemve kadar yetenekli avcı çıkaramayız.

Fotoğraftaki diğer kişiler Dabidab'ın oğulları, en büyük oğul Kav, ev yapma ustası (soldan üçüncü) diğer oğullar asker gibi yetiştiriliyor, askeri eğitimlerden ve avlardan arta kalan zamanlarda abileri Kav'a yardım ediyorlar. Onların henüz isimleri yok.

Kendi müfredatı ve metotları olan bir öğretmen


Bana kabilede öğretici anlamına gelen Ruru ünvanıyla sesleniyorlar. Kabileme dil öğretirken (ister istemez) bazı insani ve sözde ahlaki değerler de öğretmiş oluyorum. Kabiledeki genç kadınlar öğreticiliğimden çok etkileniyorlar. Avdan döndüğümüzde kadınlarla zaman geçirip onlara avın nasıl geçtiğiyle ilgili şeyler anlatıyorum, gözleri parlıyor. Normalde kadınlara av ve savaşlar hakkında bilgi vermeyi doğru bulmuyorlar bu tabuyu yıkmış olduğum için kadınların gözünde değerliyim ama henüz kendilerini döllememe izin verecek kadar sevdiremedim kendimi. "Öğreticilik iyi hoş da kabilemize asker gerek" diye düşünüyorlar sanırım. Kadınların taktirini alabilmem için savaşlarda birkaç insan öldürmem gerekecek. Burada askerlik modern hayattaki gibi değil, savaşta öldürdüğün düşmanların kalbini çıkarıp güzelce temizleyip kutsal nehirde yaşayan etçil balıklara sunman gerekiyor. Şimdilik öğretmenlik iyi, asker olmayı yüreğim kaldırmıyor.

Ünüm bu sonsuz ormanlarda ağır ağır yayılmaya başladı. Diğer dost kabileler, kabilemizdeki dil devriminin sonuçlarından etkilenmiş olacaklar ki bana dil öğrenmeleri için öğrenci gönderiyorlar. Dört genç geldi bugün, ikisi kadın ikisi erkek. Henüz isim almamışlar. Belki ufuklarını genişleterek onları isim almaya layık yetişkinlere dönüştürebilirim. Derslerimde seslenmem kolay olsun diye onlara isim veriyorum. Kadınlara kalın seslilerden oluşan tek hece, erkeklere ince seslilerden oluşan tek hece. Bugünkü öğrencilerim Melac kabilesinden geldiler onlara Ra, La, Me ve El isimlerini verdim.

Aylar sonra Melaclı genç öğrencilerim epey yol katettiler. Onlara birer Türkçe sözlük hediye ettim. Bana mı öyle geliyor bilmiyorum kadınlar öğrenmekte daha iyiler, erkeklerin kolayca dikkatleri dağılıyor. Başka şeylerle ilgilenmeye başlıyorlar. La, beni çok şaşırtan bir soru sordu sözlükteki 'Ayıp' kelimesinin izini sürerek utanmayı merak etmiş, modern dünyada insanlar nelerden utanırlar diye sordu.

Modern dünyada utanmayı fazla abarttığımızı düşündüğümü itiraf ettim. Örneğin (çok çeşitli) giyinmek fazlaca kıyafet satışına hizmet eden öğrenilmiş utançlarımızdan biri dedim. Siz ormanda yaşıyor olmanıza rağmen sadece üreme organlarınızı kapatan kıyafetler tasarlıyorsunuz, memeleriniz açıkta, modern dünyada bu utanç duyma nedenidir. Elbette sapıkların ilgisini çekmemek için de kapatıyorlar ama mesela sizin memeleriniz açıkta diye hiçbir zaman taciz ya da tecavüze uğramıyorsunuz. İzniniz olmadan kimse size dokunamıyor. Modern toplumda çok fazla ahlak, utanç kriteri olmasına rağmen çok sayıda tecavüz ve cinayet yaşanıyor.

Beni dikkatle dinleyen La, söylediklerimi çok normal karşıladı adeta modern yaşamı görmüş gibiydi. Yarım Türkçesiyle "Modern dünya, insanları daha çok yozlaştırmış" dedi. "Hay ağzını öpeyim" dedim. "Sapık" dedi, gülüştük.

Feminist bir rüyaya doğru


Size biraz kabilemizdeki cinsiyet egemenliğinden söz edeyim. Her ne kadar modern dünyadaki gibi fiziksel güç bakımından erkekler daha üstün olsa da ormanda hangi erkeğin genlerini geleceğe taşıyacağına kadınlar karar veriyorlar. Evlilik gibi törenler yok. Kadınlar o yıl kabileye ne tür insanlara ihtiyaç varsa o türden erkeklerle çiftleşiyorlar. Örneğin iki yıl önce düşman kabileler çok ciddi saldılar düzenleyip kabilenin yarısını katletmişler. Bu nedenle kadınlar askeri yeteneği olan erkeklerle ve ev yapmaya yatkın erkeklerle çiftleşiyorlar. Genellikle tüm kabile kadınları en fazla beş farklı erkek tarafından dölleniyor. Çoğunlukta kalan diğer zayıf erkeklerin döllemesine izin verilmiyor, zayıf erkeklerle sadece korunmalı seks yapıyorlar. Böylece zayıf erkekler artan testosteronlarıyla saldırganlaşmıyorlar.

Bir diğer kız öğrencim Ra, ona verdiğim ismin manasını merak ettiği için olsa gerek sürekli tanrı hakkında sorular soruyor ve öğrendikçe büyüleniyor. Ormanda kabileler doğaya tapıyorlar, ağaçlara, balıklara falan dua ediyorlar. Ra'nın modern dünyadaki görünmez tanrılar hakkında kafası çok karışmış. Türkçe sözlükte yanıt bulamadığı yığınla dini soruyu not alıp derslerime geldikçe beni bombardımana tutuyor.

Tanrı kaç yaşında, nerede, yağmuru o mu yağdırıyor, rüzgar onun eli mi, sizinle konuşuyor mu... Bu soruların tamamına yanıt veremem çünkü benim de bilmediklerim var. Ama tanrı birkaç bin yılda bir bizimle peygamberler aracılığıyla konuşur. Peygamberler bize ilahi yasaları ve yasakları aktarır biz de bu yasa ve yasaklardan sorumlu tutuluruz dedim.

Peygamberler bizim gibi midir yoksa bir tür hayvan mıdır dedi. "Bizim gibi insanlardır İsa istisnasını saymazsak, tıpkı bizim gibi anne ve babadan olurlar. Zaten doğar doğmaz peygamber olduklarını bilmezler ilerleyen yaşlarda tanrı peygamberle iletişime geçer" dedim.

Aaa sen peygambersin! dedi.

Saftirik. Bu orman insanlarını kandırmak çok kolay, evet peygamberim desem birkaç haftaya tüm kabileye her istediğimi yaptırabilirim. Tüm kadınları dölleyebilirim, tüm avların en güzel etlerini yiyebilirim, en yüksek evi kendime yaptırabilirim...

Ra'yı kibarca reddettim, hayır peygamber değilim, sadece modern dünyadan bıkmış ve yeni bir dünyanın mümkün olduğuna inanmış bahtsız bir bedeviyim. Neyse ki sizinki gibi adapte olunması mümkün bir kabileye rastladım. Aksi taktirde dünyaya olan inancım onarılamaz düzeyde sarsılacaktı. Dedim. Ra, "Yine de o kadar emin olma birkaç yıl sonra tanrı senle konuşup seni peygamber ilan edebilir" dedi. Gülüştük.

Sarsıcı bir öğreti


Gülüşmelerimiz avdan dönen Dabidab'ın kulağına gitmiş olacak ki, yanımıza geldi biraz aşağılarcasına bana seslendi "Ruru! yüzme bilmediğin doğru mu?" dedi.

"Evet komutanım" dedim. "Kabilemizde yüzme bilmemek asla kabul edilemez. Sana kutsal nehirde yüzme öğreteceğiz hazırlan" dedi.

Korkuyla karışık sevindim. Herkesin özgürce yüzdüğü kutsal nehire henüz ayağımı bile sokmamıştım, etçil balıklardan çok korkuyordum. Tüm kabile bilhassa kadınlar olağanüstü hızla nehir kenarında toplanmışlar vereceğim mücadeleyi gösteri bekler gibi heyecanla bekliyorlar. Dabidab omzumdan tutarak konuşma yapmaya başladı. "Ruru'ya bize öğrettikleri için minnettarız ama yüzme bilmemek kabul edilemez bir eksiklik. Bugün Ruru'yu yüzme ustası yapana kadar dinlendirmeyeceğiz..." derken beni, inşaatı henüz tamamlanmamış köprüden nehrin derin sularına itti. Ölüyorum sandım.

Heyecan ve korku içinde uyandım, ağzımın kenarından salyalar akmıştı. Ne karmaşık bir rüyaydı, normalde rüyalara zerrece anlam yüklemem ama bu rüya bir başkaydı. Keşke bunu anlatıp yorumunu alacağım biri olsa diye içimden geçirerek kahvaltı yaptım, dışarı çıktım. Kaldırımda yürürken Freud'un baca temizleme kliniği tabelasını gördüm. Aman yarabbim Freud yaşıyordu ve kliniğinin kapısında "Açık" yazıyordu. Heyecandan elim ayağım titredi. Koşar adım içeri girdim. Şuh bir kadın kağıtları karıştırıyordu sekreter olmalıydı, bir süre ayakta onu izledikten sonra sordum. Merhabalar, hekim bey müsait mi?

"Şu an'da bir danışan var, o çıktığında sizinle ilgilenir"

"Uzun sürer mi, işe dönmem gerekecek de"

"Danışanlar arka kapıdan çıkarlar, Freud, danışanı hakkında notlarını tutar ve masasındaki düğmeye basar, kapıdaki şu siyah bölüm yeşile dönüşür, işte o zaman sizi kabul edebilir."

"Pekala çok teşekkür ederim" diyerek sekreteri rahatça görebileceğim bir yere oturdum. Benle pek ilgili davranmıyordu ama sohbet etmek istiyordum. "Bu arada ben Safa" dedim. İsmi Clotilda'ymış. Sessizce söyledi, kağıtlardan kafasını kaldırmadan.

Güzel bir kadın uğruna yapılabileceklerin ölçüsüzlüğünde kaybolmak


Tacizci gibi algılanmak pahasına (sonuçta Freud'un kliniğindeyiz ne kadar tehditkar görünebilirim ki) ısrarla sohbet açmaya çalıştım.

-Freud ile çalışmak zor mu?
-Zaman zaman
-Ne tür sorular soruyor danışanlarına?
-Sorularını belli bir kalıba oturtmadı henüz, kişinin anlattıklarına göre soruyor
-Sizin üzerinizde deney yaptı mı?
-(İlk kez gülümsedi biraz) Yapmıştır herhalde
-Kesinlikle yapmıştır (Gülümsedim)

Almanca birkaç gazeteyi karıştırdım, küçük vesikaları inceledim, kısa bir süre suskunluktan sonra. Yine çenem açıldı.

-Clotilda, rahatsız ediyorum ama tiyatroya gider misin?
-Pek sık değil
-Gazetede iki hafta sonra Fransa'dan büyük bir tiyatro ekibinin geleceği yazıyor, ilgini çeker mi?
-Açıkçası ruh bilimiyle ilgilenmeye başladığımdan beri tiyatro bir oyundan ziyade işe dönüştü benim için
-Oyunun alt metinlerini okumaya çalışıyorsundur herhalde
-Evet, oyunun altındaki ruhsal dürtüleri, oyuncunun role kattığı yeni yorumları falan irdelerken oyunun tadını kaçırıyorum
-Anlıyorum, bence o kadar da kötü bir durum değil bu
-Belki de
-Buradan çıkınca ofisime giderken postanenin önünden geçeceğim, iki bilet alsam bana eşlik eder misin?
-Şimdilik söz veremem programımda ani değişiklikler olabiliyor ancak birkaç gün sonra kesin bir şey söylerim
-Bu cevabı evet olarak kabul ediyorum. (Gülüştük)

Bir dehanın aklına çocuksu bir coşkuyla misafir olmak


Bu esnada kliniğin kapısındaki siyah bölme yeşile döndü. Bu, sıranın bende olduğu anlamına geliyor, küçük bir kalp çarpıntısı oldu, heyecanlandım sanırım. Ayağa kalktım, kibar bir beyefendinin yapması gerektiği gibi Clotilda'nın elini öptüm ve onunla tanışmaktan onur duyduğumu belirttim, birkaç gün sonra yine rahatsız edeceğimi bildirerek Freud'un odasına girdim. Ne meleksi bir duruşa sahipti Clotilda, rüyalara girecek cinsten.

Freud'un odası düşlediğimden çok daha basit, sade ve şıktı. Freud'un göz ucuyla odaya girişimi, kapıyı kapatışımı süzdüğünü hissediyordum, sanki çok dikkatli bir avcının av sahasına girmişim gibiydi. Ama bu bana rahatsızlıktan çok güven verdi. 'Ruhum emin ellerde' diye düşündüm. Kendimi tanıtarak başladım.

-Merhaba efendim, ben Safa, çağdaş sanatlara ilgiliyim, birazcık da yazarlık yapıyorum
-Hoş geldiniz, Türk aksanınız var
-Evet efendim
-Pir Mozart sayesinde Türkler hakkında fikir sahibi olduk, belki yine Mozart sayesinde Türkler Avrupa'yı soğuk bulmayı bıraktı ve keşfe değer kabul ettiler
-Gözlemlerinizin isabet oranı takdire şayan, katılmamak ukalalık olacak
-Teşekkür ederim, umarım sohbetimiz de belirttiğiniz kadar isabetli olur

Freud beklediğimden çok daha konuşkandı. Bu beni daha çok tatmin ediyordu. Ama bir yandan da kırıcı olmadan 'Hadi artık derdini anlatmaya başla' demek istemişti sanırım.

-Efendim bir makalenizde rüyalarımızdan karakterimizle ilgili fazla belirgin olmayan detayları anlamamızın mümkün olduğundan söz etmiştiniz, oldukça sıra dışı bir rüyamı size sunmak istedim
-Umarım tatmin edici bir sonuç alırız, ne zaman isterseniz rüyanızı anlatmaya başlayabilirsiniz

Küçük bir öksürükle boğazımı temizleyip, önümde duran sehpadaki sudan bardağa doldurdum ve bir yudum aldıktan sonra Freud'un yoğun bir biçimde notlar yazdığını görmezden gelip anlatmaya başladım. Amazon ormanlarından, kabilelere öğretmenlik yaptığımdan, Dabidab'ın yetenekli oğullarından, Vemve'nin ustaca avcılığından, Dabidab'ın yüzme öğreten Türk babalara ilham olabileceğine kadar her detayı anlattım. Freud not almayı bıraktı. Arkasına yaslandı ve şaşırtıcı bir soru sordu.

-Clotilda'ya çıkma teklif ettiniz mi?
-... A evet
-Akşam yemeği mi?
-Hayır Fransa'dan görkemli bir tiyatro ekibi geliyormuş, bekleme salonundaki gazeteden gözüme çarptı. O tiyatroya birlikte gitmeyi teklif ettim
-Pekala

Ama nasıl olur?


Ağır ağır notlarını gözden geçiriyor, bir kitabı karıştırıp bakıyordu. Bir süre her şeyi bıraktı ve kendinden emin bir şekilde arkasına yaslandı. Gözlerini bana dikti. Sanırım bir sonuca varmıştı.

-Galiba bir teşhis koydunuz
-Evet bay Safa, sizde Peygamber Kompleksi var

Beklediğimden çok kesin ve keskin bir teşhis olmuştu

-Efendim tespitinizi sorguladığımı düşünmeyin lütfen ama bu kompleks Kudüs Sendromu gibi bir şey mi?
-Bu ikisinin birbiriyle uzaktan ilişkisi var ancak sizdeki dışarıdan bakıldığında daha az gözlemlenen bir şey, Tanrı Kompleksine de benziyor ama daha çok (biraz gülümseyerek) ruhunuz, tanrıdan büyükçe bir parça taşıdığına fazlasıyla emin, bunun getirdiği yüksek özgüven ve cüretkarlık var, şayet dozunu kaçırmazsanız hayatınızı zorlaştıracağını düşünmüyorum ama dilerseniz rüyalarınızı not tutup ara sıra kliniğime getirebilirsiniz, benim olmadığım zamanlarda Clotilda'ya bırakabilirsiniz, fırsat buldukça okur yeni tespitlerimi size iletirim
-Minnet duyarım efendim sizinle sohbet etmek çok keyifliydi, umarım tekrar görüşürüz

Tokalaştıktan sonra Clotilda'ya doğru gidecektim ki, Freud beni uyardı.

-Bay Safa, çıkış bu tarafta, böylece bekleme salonundakilerle müstakbel danışanlarım birbirlerini görmüyorlar
-(Gülümsedim) Ne kadar ince bir düşünce, bir an unutmuşum, iyi çalışmalar dilerim

Gitmeden önce Clotilda'yı görsem çok daha iyi olacaktı. Neyse ki Freud'dan rüyalarımı yazıya döküp Clotilda'ya teslim etme ve böylece onu tekrar görme ehliyeti almıştım.

Klinikten üst caddeye çıktım. Postanenin alt caddede kaldığını hatırlayıp kısa bir yürüyüşten sonra ara sokaktan postane caddesine indim. Postaneden tiyatroya iki kişilik rezervasyon yaptırdım. Güne güzel başlamıştım. Gülümseyerek ve herkese iyi çalışmalar dileyerek postaneden ayrıldım.

Tam kapıdan caddeye çıktığımda arka arkaya atlı posta arabaları geliyordu. Sanırım yolda eşkiyaların saldırılarına uğramışlardı ve atlar huysuzdu. Hızlıca uzaklaşmak için yolun karşısına geçmek istedim ancak adeta atlar beni düşman olarak algılayıp üzerime çullandılar can havliyle kaçarken karşıdan gelen bir başka at arabasının hedefi oldum.

Uyanın arkadaşlar


Korku içinde uyandım. Aman yarabbim ne tuhaf bir geceydi. Rüya içinde rüya görmüştüm, uyurken bedenim dinlenmiş olabilir ama aklım fazlasıyla yorulmuştu. Amazon Ormanları, Freud, Peygamberlik, At arabaları... bir araya gelmesi hayli güç yığınla şeyi aynı potada eritmek oldukça yorucuydu sanırım. Telefona uzandım, saat dokuzdu bir an işe geç kaldım korkusundan sonra yıllık izinde olduğumu hatırladım izinde olduğumu hatırlamak tatsız rüyaları unutmama yetti. Anneannemde, köyde uyanmak ne güzel. Her şey ne kadar şefkatli bu evde, bu köyde insan ne kadar korunaklı hissediyor.

Yüzümü yıkayıp toprak evden çıktım, herkes çoktan uyanmış kahvaltılarını yapmışlar. Tarlanın başında teyzemler ilişkiler hakkında, eniştelerimse silahlar hakkında konuşuyorlar. Uyandığımı fark eden anneannem küçük teyzemi kahvaltı hazırlamaya gönderdi. Bir yerde "İnsan şefkatli bir hayvandır" denmişti pek ikna olmamıştım ama anneanne diye bir şey var.

Eniştelerim biraz ileriye silahları denemeye gittiklerini söyleyerek tarla başından ayrıldılar. "Kahvaltını yapınca sen de gel" dediler. Teyzemlere ve anneanneme rüya içinde gördüğüm rüyaları anlatmaya başladım. Sürekli bölerek türlü tuhaf çıkarımlar yaptılar. Amazon ormanlarındaki çıplak kadınları evlilik kurumunu katiyen gereksiz bulduğum için görmüşüm falan. Anneannem sağ olsun 'Benim oğlum ne yaptığını iyi bilir ne zaman evlenmek isterse o zaman evlenir size ne?! Erken yaşta evlenip de bir amı sidikliyi başına bela mı etsin' diye arka çıktı bana. Başta uyarmalıydım sanırım ama af edersiniz anneannemin ağzı bozuktur biraz.

Anneannemler tıpkı Amazon Ormanlarındaki ilkel kabilelerdeki gibi anaerkil bir ailede yetişmişler, biliyoruz ki dünyadaki bütün kararları kadınlar almıştır, erkekler ikna olmak için yaratılmışlardır ama anneannemlerin köyündeki anaerkil hayat çok daha farklı. Erkeklerin kahvehanede akşama kadar lak lak yapmasına asla izin verilmemiş. Erkek de çalışıyor kadın da. Evlatlar evleneceği insanlara karar verebiliyor. Görücü usulü çoktan kalkmış bu köyde. Yılda birkaç kez meydanda düzenlenen şenliklerde bekar erkek ve kadınlar toplanıp eğleniyorlar, birbirlerini tanıyorlar. Uyumlu olanlar evlenme kararı alıyorlar, dolayısıyla hayatın oldukça önemli parçalarını oluşturan evlilik, oldu-bittiye getirilmiyor.

Teyzemler rüyamı fazla anlaşılmaz buldular, 'Kıçın açıkta kalmış' klişesi de arkamızdan ağlamayacak. Doğal peynirli, sütlü, yumurtalı kahvaltımı yaptıktan sonra bir bardak çay alıp içerek eniştelerimin yanına gittim. İncir toplayıp yiyorlardı. Küçük enişte de heyecanla hedef dikip vuruyordu. Oldum olası silahla, sapanla aram iyidir canlı vurmayı sevmem ama hedef dikip vurmayı, bu oyunun getirdiği rekabeti severim. Birkaç el de ben atış yaptım. Rüyalardan söz etmek geldi aklıma ama enişteler bu tip konulara fazla alaycı yaklaşırlar, anlatmadım. Havadan sudan konuştuk. Kuzenim askerliği yedinci yılında sözleşmeyi yenilemeyecekmiş dönüp iş kuracakmış. İnşaata falan girmeyi düşünüyorlar, zaten eniştem yıllardır söyler durur 'Para inşaat işinde boşuna hamallık yapıyoruz biz' hak vermeye başladım. Anlattığına göre yirmi bin liraya mal ettikleri binaları yüz seksen bin liraya satıyorlarmış.

Telefonum çalıyordu ama içimden bakmak gelmiyordu, işten arayıp beceremedikleri bir şeyleri soracaklardır kesin. Eniştelere karşı 'Yıllık izinde bile rahat bırakmıyorlar amına koyim' falan dedim. Onlar da yine de bak nolur nolmaz dediler. Israrla çalmaya devam edince bakayım dedim. Arayan ilkokul arkadaşlarımdan biriydi açmaya yeltendim ama telefonun dokunmatiği zarar görmüş gibiydi aramaya yanıt veremiyordum, tüm çabalarıma rağmen açılmıyordu, derken uyandım. Gerçekten telefonum çalıyormuş baktım yakında evlenecek kuzenim arıyor. Düğününün fotoğraf video işlerini üstlenmiştim. Açtım, kuaför ve düğün mekanı kesinleşmiş elemanları ona göre bilgilendirelim falan dedi. Tamam dedim 'Şampiyon kasma her şey çok güzel olacak.' Kapattım telefonu acayip sıkışmışım bir koşu işedim. İşerken bu ne ilginç rüya silsilesiydi be diye söylendim.

Acaba gerçekten peygamber kompleksi var mı bende diye düşündüm tuvaletten çıkarken. Rüyalara zerrece inanmam.

Keşke anneannem ben onu görmeden ölmeseydi.

(Fotoğrafın kaynağı, gaiadergi.com)