Anne bizde niye yok? #2

Keşke bu cümleyi hiç kullanmasam ama kullanıyorum işte, biliyorum biraz da itici duruyor bu tarz sitemkarlıklar ama "biz" derken ki "biz" beni de kapsıyor. Çuvaldız hep bir tarafıma giriyor yani rahat olun.

"Yaratıcılık" sözcüğünden irkilen bir toplumuz, "tööbe hâşa yaratmak Allah'a mahsustur." demeye hemen hazırız. Hatta refleks edinmişiz. Böyle bir toplumdan (üstelik genç nüfus manyağı bir topmundan) yaratıcı işler/fikirler bekleyemiyorum işte. Kendimize ait fikrimiz yok ki? Öğretmen, anne, baba zoruyla birkaç bir şey yapıyoruz sonra hayatı bundan ibaret zannederek geberip gidiyoruz. Aklı, zekayı taklitcilik ve öğretilmişlikte kullanıyoruz. Alın karşınıza 17 yaşındaki bir genci, sorun bakalım bu yaşa kadar ne yapmış? hangi projelerde yer almış? (bak hangi projeler yapmış demiyorum bile) alacağınız yanıtlardan farkedeceksiniz ki 17 yaşına kadar yaptığı bütün projeler başkalarının fikri, ya da başkalarının zoruyla sıçılmış işler.

http://www.youtube.com/watch?v=0brıXoLMvZ4

Ama imkansız değil be hacı, şimdiden (çocuklarımızı) eğitime başlasak üç bilemedin dört nesil sonra bizim toprakların çocukları da yaratıcı işler yapar.




Suriyeli Mülteciler ve Kahramanmaraşlılar

Esed'in şiddetinden kaçan vatandaşları Türkiye sınırlarına dayandılar. Devlet büyüklerimiz Suriyelileri mülteci kabul edip Kahramanmaraş'a da dahil birkaç şehre mülteci kampları inşaa etti Suriyelileri de ilk aşamada bu kamplarda ağırladı. Adı da sempatik olsun diye "Çadırkent" diye anıldı, hâla da öyle anılır.

Kahramanmaraşlılar genel olarak devletin bu hamlesini yerinde ve gerekli buldular, kamplara herkes elinden geldiğince yardım götürdü. Kimisi kılık-kıyafet, kazak götürdü kimisi yemek götürdü kimi ev kadınları gönüllü olarak (para beklemeden) orada işe başladı. Genel olarak halk şöyle düşünüyordu "ülkeleri karıştı, bayrakları tehlikede, saldıracak güçleri yok, bu kamplara gelenler çocuk ve kadın, ülkeleri tekrar olağanlaştığında gidecekler" tabii ki yetkililer halkı bu tarz düşündürdü.

Çok değil kamp faaliyete geçtikten 2 hafta sonra iğrenç söylemler dolaşmaya başladı. Ve bir arkadaşım bizzat AK Parti kadın kollarından şu söylentiyi duyduğunu söyledi.

"Kadın mülteciler, kamp çevresinde kendilerini, çocuklarını pazarlıyorlar, cüzi paralar karşılığında orospuluk yapıyorlar." Bu itham Kahramanmaraş Ak Parti Kadın Kollarında görev yapanlara ait.

Bunu duyduğumda "yok artık! yalandır abi olur mu öyle şey!?" gibi bir tepki verdim. Üzerinde durmadım. Zaten gerçekleyen bir şeye de tanık olmadım. Haftaiçi her gün kampüse Kamp'a en yakın anayoldan gidiyorum. O çevrede de insanlar tanıyorum. Hiçbir ahlaksızlık ithamı duymadım.

Şunu anlatmaya çalışıyorum, Kahramanmaraşlılar (ve muhtemelen kamp kurulan diğer memleketliler) mültecileri ilk başta kucaklasa da sonrasında tedirginleşmeye başladılar.

Çünkü söylendiği gibi mülteciler çocuk, kadın ve ihtiyarlardan oluşmuyordu. Benden sağlıklı adamlar da görüyorduk.

Ayrıca şunu not etmezsem ayıp olur, Kamp kurulması için Kahramanmaraş'ın da seçilmesinin sebebi Kahramanmaraş'ın Ak Parti'ye kemiksiz %80+ oy çıkarması gibi geliyor bana. Kahramanmaraş, diğer kamp kurulan şehirler gibi Suriye sınırında değil. Kahramanmaraş, Türkiye'nin akdeniz bölgesinde, hatta Akdeniz bölgesinin iç Anadolu sınırında bir şehir.

Mülteciler kamplarda kalmadı. Halkın içine girmeye başladılar, benim sokağımda bir aile viraneden hallice bir ev tutmuş oturuyorlar.

Kahramanmaraşlılar Mültecilerin Kahramanmaraş ekonomisine, sosyolojisine doğrudan etki etmeye başladığı görünce biraz daha tedirginleştiler. Suriyeliler artık Kahramanmaraş'ta hemen her sektörde işlere girip çalışıyorlar. Ve Kahramanmaraş öyle gökten iş yağan bir şehir değil. Nüfusun hatrı sayılır bir kısmı işsiz, iş arayışında. Sonra halk gördü ki Suriyeliler iş imkanlarına ortak olmaya başladı. Ev tutup çarşıda, çarşıya yakın mahallelerde yaşamaya başladılar. Planlandığı gibi kamplarda kalmadılar.

Halk giderek tedirginleşmeye başladı. Bir Suriyeli çocuğun lokantaya girip kasadaki personelden para dilenmesine bizzat şahit oldum. Kasadaki personel Suriyeli çocuğu hayli sinirli bir tavırla kovdu lokantadan. Ben de kasaya yönelmiş hesabı ödeyecektim, personele sordum "ne istiyor? neden bu kadar kızdınız?" Personel "Abi tüm esnaflara dilenip ceplerini parayla dolduruyorlar, bu çocuğun bugün benden kaçıncı para dilenmesi sayamadım" dedi.

Bugün tanık olduğum olay ise bu dilenme olayından katbekat canımı sıktı. Anlatmadan önce ön bilgi vereyim, Kahramanmaraş'ta "Anarşik hareketler" olmaz. Burada çocuklar kandırılıp polise, askere karşı saldırılara maşa yapılmaz. Şu zamana kadar çocukların toplanıp bir şeyleri taşlamasını ne duydum ne de gördüm. Ama bugün Kahramanmaraş'ta hem de benim oturduğum sokakta çocuklar Suriyeli mülteci aileyi taşladı. Bağırma seslerini duydum balkona çıktım ama geç kalmıştım. Tanık olan bir çocukdan dinledim bizim sokakta ev tutup oturan mülteci aile (anne ve çocuklar) sokakta dolaşıyorlarmış ki bir grup çocuk suriyeli aileye atmaya başlamış. Mülteciler evlerine kaçmış. "Niye taşlamışlar?" diye sorduğumda "Mülteci ailenin erkek oğullarından biri o taşlayan gruptan bir çocuğa tokat atmış" yanıtını aldım. işin aslı nedir ne değildir bilmiyorum. Duyduğum bu.

Sonuç olarak halk Suriyelilere kızmaya başladı. Karşılıklı sürtüşmeler ufak ufak kendini gösteriyor artık. inşallah büyümeden son bulur. Ama maalesef bu pek beklediğim sonuç değil.

Reyhanlıdaki bombalı saldırıdan sonra gazetelerde ve tvde pek haberleri yapılmasa da Reyhanlılar saldırganlaştı ve saldırının hedefi mültecilerdi çünkü halk Suriyelileri sorumlu tutuyordu. Zaten uzun zamandır tedirgindi, endişeliydi.



Ben siyaset (politika) bilimi falan okumadım -öyle fazla hayat tecrübem de yok 20 yaşına yeni girdim- ama Mültecilerin halkın arasına karışması halkı tedirgin, endişeli ve hatta saldırgan yapacağını tahmin ediyordum.

Kendi vatandaşımıza ne kadar iyi bakabiliyoruz ki?

Kendi vatandaşımıza ne kadar işsizlik konusunda yardımcı oluyoruz ki?

Kendi vatandaşımıza ne kadar refah, huzur, güven sağlıyoruz ki?

Elin mültecisine kucak açıyoruz?

Allah sonumuzu hayır etsin.




keşke tanklar sadece resmi geçitlerde kullanılsa

Oyuncak tanklar, tüfekler, tabancalar tedavülden kalksa. Kimse kimseyi öldürmese, öldürmek için teknoloji üretmese. Hayat bayram olsa.

Ama olmuyor işte. Her zaman birileri "sınırları korumalıyız!" alarmı vermemize neden oluyor. Sınırlara korkudan değil saygıdan dokunulmasa gerek kalmaz tanklara, tüfeklere.

Anti-militarist değilim. Militarizm gerekli olmasa kimse o tankları, ölüm saçan savaş uçaklarını keyfiye kullanmaz diye düşünüyorum.





Stumbleine, Au Revoir Simone'n kuzeni olabilir

2013 yılında pek müzik, müzisyen, müzik grubu keşfetmiyorum. oysa 2012 bol müzikli bir yıldı benim için. 2013'te tanıdığım kayda değer tek müzik grubu Stumbleine.

Favori Stumbleine müziğim The Corner of Her Eye



Hiç kimsenin bağdaştırmamasına rağmen ben tarz, üslup bakımından Stumbleine'i Au Revoir Simone'e yakın buluyorum.

Ayrıca Au Revoir Simone de yeni şarkılar yapıyormuş. Şu sıralar aldığım iyi haberler bunlar.




iyi ki varsın amelie les crayons

ne zaman kafam odama sığmasa, herkese küfürler hazırlasam, canım yansa, rahatlama ihtiyacı duysam kulağımı bir fransıza emanet etmiş buluyorum kendimi. benim terapim de bu.




Mehmet Fıstık kendinden sürprizli biridir





anne ben anagramist oldum

Anagramistlere bir kısa film senaristleri grubu da diyebileceğimiz. Edebiyat yapmaya meyilli Afili Filintalar özentisi bir ekip anagramistler. Şimdilik format oluşturma aşamasındayız. inşallah bir şeyler yaparız.Fikir babası benim gibi. (aksakallı) ibrahim Aksakal ve (fıstıklı) Mehmet Fıstık ile yola çıktık. Ama çıkmamış da olabiliriz.

Tam olarak ne mi yapacağız?

ilk hedef kısa filmler çekmek. sonrasında müzik grubu da kurmak istiyoruz. seçkin insanların üye olduğu bu ekipte her üye en az bir alanda bilirkişi olacak. Yani böyle bir ütopyanın peşindeyiz. Bakalım hayırlısı.

anagramistler'e ulaşmak için,

managra.blogspot.com

youtube.com/anagramistler

twitter.com/anagramistler

fb.com/anagramistler




Yenilenmek lazım #4

Hafiften bir yağmur yağıyor, kimse umursamıyor ama... hiç kimsede şemsiye yok. Belki de onlara yağmur yağmıyordur. Hava günlük güneşliktir, bilemiyorum. Bir çok şeyi bilemiyorum şu sıralar. Bildiklerim ise hatrımda pek oyalanamıyor. Sürekli yenileniyorum sanki.

Bu belediye banklarını çok seviyorum. Belli ki belediye benim gibiler otursun diye yapmış. insan her işte tekrar yaparak ustalaşıyor galiba, yeni başlanmış bir işte usta olmak pek zordur. Özal'ın öldüğünde henüz reşit değildim. Epey yaşadım yani ama hâla hangi alanda uzmanım bilmiyorum.

Belki de bilmemek alanında uzmanımdır.

Sadece düşünüyorum, başkaları sadece hareket ediyor. Şimdi de bir adam yüzüme gülümseyerek bakıyor ve bana doğru yaklaşıyor. Önünde, özü mavi renkli bir önlük bağlı. Az ilerdeki Kokoreç otobüsünün sahibi galiba.

Kokoreççi: Selamun aleyküm genç

Ben: aleyküm selam abi

Kokoreççi: Bugün nasılsın?

Bugün nasılsın mı? hergün burada mıyım acaba?

Ben: iyiyim abi, hergün burada mıyım ben?

Kokoreççi: Hergün değil de arasıra gelir oturursun buraya, denizi izlersin. Aslında hep denizi izleyen birileri gelir oturur buraya ama senin kadar izleyeni görmedim. Herkes çabucak sıkılır. Sen saatlerce izleyebilirsin.

Ben: Nasıl beni bu kadar iyi tanıyabiliyorsun?

Kokoreççi: Yine başladık

Ben: Neye yine başladık?

Kokoreççi: Soru yanıtlamaya, oğlum işin gücün soru sormak lan senin. Gül gibi eşin var git birlikte ol, gez eğlen.

Ben: Eşimin olduğunu biliyorum ama adını dahi hatırlamıyorum.

Kokoreççi: Nerde olduğunu biliyor musun?

Ben: Hayır, sen biliyor musun?

Kokoreççi: Sen kocası olarak bilmiyorsun ben birkaç kez kokoreç satmış esnaf olarak hiç bilmem.

Ben: Doğru söylüyorsun.

Kokoreççi: Hasta olduğunu hatırlıyor musun?

Ben: Pek sayılmaz.

Kokoreççi: (gülümseyerek) Olumlu gelişme var sanki. Daha önceki konuşmalarımız da bu kadar çok şeyi hatırlamıyordun.

Ben: Daha önce, ne kadar zamandır tanışıyoruz?

Kokoreççi: Altı aya yakın bir zamandır ben buradayım sen de birkaç haftada bir buraya gelirsin, birkaç saat sonra da eşin gelir seni alır, birlikte gidersiniz.

Ben: Yani biraz sonra yine eşim gelip beni alacak?

Kokoreççi: Muhtemelen, evet.

...

Ben: Deniz çok güzel be abi, insan izlemeye doyamıyor

Kokoreççi: Denizin güzel olduğuna şüphe yok. Birçok insan deniz sayesinde evine ekmek götürüyor. Bir bakıma ben de denizden ekmeğimi çıkarıyorum

Ben: Nasıl? sen balık satmıyorsun ki?

Kokoreççi: (gülümseyerek) Yine bu soruyu sormanı bekliyordum, özlemişim. insanlar deniz kenarına biz seyyar esnaflardan kokoreç yemeye de geliyorlar. Bir bakıma denizden ekmeğimi çıkarmış oluyorum

Ben: Evet, mantıklı. Sence eşim ne zaman gelir?

Kokoreççi: Bilmem, uzun sürmez galiba. Müşteri geldi ben ekmek tekneme döneyim, bekle burada eşin gelmezse ben gelirim

Ben: Tamam abi, işine bak

...

Şu vapurları kim itiyor Allah'ım? nasıl bir kudret.

...

işte bir kadın yaklaşıyor bana doğru, galiba eşim bu. Allah beni kahretsin! eşimi yüzünden tanıyamıyorum.

- Ateşiniz var mı?

Ben: Sen benim eşimsin değil mi?

- (şaşkınlıkla ve sevinçle) Akif! hatırlıyorsun!

dedi ve bana sarıldı. hiç bozuntuya vermedim.

Ben: Evet hayatım, hatırlıyorum

- (sıkı sıkı sarılmaya devam ederken) Biliyordum bitanem iyileşeceğini biliyordum

...

Bir müddet sarılıp, koklaştık birbirimize iltifatlar ettik. Artık adımı biliyordum. Adımı soranlara "bilmem" demeyecektim.

- Hadi doktora gidip bu gelişmeyi söyleyelim

Ben: Olur ama hâla yer yön konusunda aşırı unutkanım, ne taraftan gideceğimizi bilmiyorum

- Tamam bitanem, beni ilk bakışta hatırlıyor olman bile güzel bir gelişme.

Ayağa kalkmıştık ki, Kokoreççi geldi.

Kokoreççi: Acıkmışsınızdır kızım istersen birer porsiyon yapayım bir şeyler?

Ben: iyi olur aslında acıktım sanki

Eşim: Tamam bitanem acıktıysan yiyelim bir şeyler

Kokoreççi: Hemen hazırlıyorum

Kokoreççi hızlı adımlarla otobüsten bozma mutfağına gitti. Giderken eşime eliyle gel işareti yaptı.

Eşim: Hemen geliyorum hayatım, Kokoreççiye yardım edeyim

diyerek Kokoreççinin yanına gitti. Ben denizi izlemeye devam ediyordum. Az sonra eşimle kokoreççi geldi.

Eşim: (üzgün bir yüz ifadesiyle) hayatım, sen 1 porsiyon kokoreç yiyeli 1 saat bile olmamış. Hatırlamıyor musun?

Ben: Bitanem bugün hiç kokoreç yemedim ki

dedim ve eşim yanıma oturup ağlamaya başladı.

Kokoreççi: Özür dilerim kızım, senin geleceğini söylediğimden, sen gelip bir şey sorunca eşin olduğunu tahmin etti galiba. Kokoreç yermisiniz diye sorarak denemek istedim. Benim kabahatım

dedi.

Eşim hâla ağlamaya devam ediyordu. Sarıldım ve tüm gücümle eskilerden bir şeyler hatırlamaya çalıştım. Hatırlarsam eşim sevinecekti.

Ben: Yenilenmek lazım!

dedim.

Beklediğim gibi oldu. Eşim gülümseyerek bana sarıldı.

"Yenilenmek lazım" derken ne demek istediğimi bilmiyordum. Önemi de yoktu. Eşim gülümsüyordu çünkü.




[Pollyanna mod on] Hava çok güzel

Bugün 11 Mayıs 2013. Kahramanmaraş gibi bir akdeniz şehrinde kavurucu sıcaklar olması lazım.

Ama bir uyanıyorum Şimşekler çakıyor, gök tüm heybetiyle gürüldüyor. Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor.

Birgün önce sıcak yüzüzden t-shirtle dahi rahat edemiyorken bugün montsuz hatta paltosuz dışarı çıkılmaz bir hava var.



Bu harika! çünkü havanın ısındığını gören börtü böcekler gün yüzüne çıkmıştı. Şimdi soğuktan ölecekler. Ve daha az böcekli bir yaz mevsimi geçireceğiz. Tabii yaz mevsimi gelirse.




internetteki sen sen değil

Elinize bir video kamera geçtiğinde iyi tanıdığınız birini, arkadaşınızı, kuzeninizi "videoya kaydediyorum bir şeyler anlat" diyerek uyardıktan sonra kayıta başlayın. Kamera üzerindeki ekranda göreceksiniz ki kamera önündeki kişi sizin yıllardır tanıdığınız arkadaşınız değil.

Biz bu duruma "kamera insanı bozuyor" diyoruz. hakkaten öyle, "bozulmak" her zaman alçaltıcı anlamda değil tabii, bazen kişi kayıt edildiğinde daha efendi biri olup çıkabiliyor ama genellikle ne yaparsa yapsın samimi gelmez. Genellikle görüntüsü ya da sesi kaydedilen bir adam başkalaşır. Kendi olamaz. Bu durumu illaki tecrübe etmişsinizdir ya da edeceksinizdir aceleci olmayın.

Hal böyleyken internet denen mecrada da yaptıklarımız kaydediliyor ve şu internete sağladığımız içerikler, yorumlar, eleştiriler içimizdeki bir benliği yansıtıyor olsa da her zaman sergilediğimiz baskın benliğimize ait olmayabilir. Bu konuda gerçekten ciddiyim ve delillerim var. Laflar hazırladım.

Kamera karşısındayken nasıl oynuyorsak (farklı bir benliğimizi sergiliyorsak) internette de farklı bir benliğimizi sergiliyoruz, oynuyoruz.

Bu durumun çok fazla dezavantajı var.

#Aşk

internette tanıştığınız birine aşık oluyorsunuz, fikirlerine hayran kalıyorsunuz falan ama yüzyüze görüştüğünüzde internette sağlanan akışkan iletişim sekteye uğruyor. Aksamaya başlıyor. Çünkü internetteki sen, bazı konularda çok rahat tartışabilirken gerçek hayattaki sen bir çok konuda çekingen, ürkek...

#iş

internetteki sen, kusursuz bir takım arkadaşıyken (takım çalışması arkadaşı) gerçek hayattaki sen başkalarının fikirlerine tahammül edemiyor olabilir. internetten başvuru yaptığınız ve internetten yürüttüğünüz bir iş sürecinde patronunuz ve iş arkadaşlarınız sizden çok memnunken gerçek hayatta toplantılar, partiler düzenlendiğinde seni tanıyamayabilirler.

Bunun böyle olmasında beynimizin boşlukları doldurması yatmıyor değil. iş arkadaşlarınız ve patronunuz sizin hakkında bilmediklerini yaptığınız icraatlara bakarak dolduruyor. insanlar Sizin hakkınızda "ailevi yaşantısı şöyledir, şöyle bir durumda şunu yapar" gibi sonuçlar elde ediyor. Bunu beynin boşlukları doldurma merakına bağlıyorum.

Sonuç olarak hiçbir mecrada gerçek kendinizi yansıtamıyorsunuz. Allah'ın takdiri.




Bir gün öyle bir yazı yazacağım ki

Kimsenin okuyamayacağı kadar uzun olacak, hemen hiçkimse okumayacak ama "adam yazmış" diye iç geçirecek.

Bunu cesaretle söyleyebiliyorum da "Bir gün öyle bir konuşma yapacağım ki, herkes ayakta alkışlayacak." diyemiyorum. Niye? çünkü siyasetçi değilim, hitap kaabiliyetimin olmadığını düşünüyorum. Birine ya da bir topluluğa sözlü olarak hitap edebilmem pek söz konusu değil. Durumumun bundan ibaret olduğunu birkaç aylık radyo programcılığı deneyimim sayesinde anladım. Şimdi böyle yazınca radyo programımı bitirmişim gibi durdu, yok be abi devam ediyorum ama pek dinleyicim yok, ondan şikayetçiyim. Haliyle zor oluyor, dinlediğim tüm radyo programlarında dinleyici katkısı falan var. Ama benim yayınımı pek dinleyen yok. Dinleyenler de katılma zahmetinde bulunmuyor.

Kimbilir belki birkaç yıl sonra insanlar radyo programcılığını becerebildiğimi düşünür ve bu gibi yazılarımı okuyup "bu adam da vakti zamanında amatörmüş" derler. Veya şöyle olur, başka bir kanalda (radyo kanalından bahsetmiyorum, kanal derken sektör bağlamında) kendimi ıspatlarım, bu yazımı okuyanlar "abi adam vakti zamanında radyo programcılığıyla da ilgilenmiş." derler.

Derler de derler azizim, mesele o değil.

Mesele boyuna aşık olma gafletinde bulunuyor olmam.

Eşşeğim lan ben.

Eşşeğin ağababasıyım.

Zırt bırt birine aşık oluyorum, bu seferkinin öncekilerden farkı görüntüden çok fikirlerine aşık olmam. Kedi olalı bir fare yakaladım galiba, gerçi o beni yakalamış olabilir ama tam anlamıyla yakalamak da söylenemez. Varlığından haberdar ettirip kaçtı gibi bir şey. Ya sevmiyorum abi bu edebiyatı. hem de vize haftamda. Niye hep hayatımdaki önemli zamanlarımda kafamı böyle saçma şeylerle meşgul edecek enerjiyi bünyeme katacaklara açık kapılar bırakıyorum ki?

Ya da ben eşşek miyim?

Eşşek miyim, değil miyim buna ben karar veremem ama hayatımı pek insancıl idame ettirmediğim ortada. Kimsenin okumadığı yazılar yazıp, kimsenin dinlemediği radyo programları yapıyorum.

Her yerde açık etmesem de şimdi yeni bir medya işine daha girişme arefesindeyim, senaryo yazıyorum!

"Hamileyim!" der gibi hissettim la kendimi. Hani Nietzsche mi demişti öyle? "When Nietzsche Wept" eserinde Yalow öyle şeettirmiş.

Google'dan yardım almadan niçe yazmaya çalıştım, galiba başardım şimdi onun doğruluğunu kontrol etmeyecek kadar da üşengeçim.

Her neyse, senaryo yazıyorum derken olay şöyle başladı.

2 Yıl kadar önce kuzenlerle elim ama bir o kadar tecrübe doğuran, eğlencelik bir macera yaşamıştık. Bu macerayı "Bir gece" adı altında bir kısa film senaryosuna çevirmiştim, kuzenler de "şurasını şöyle yapalım hafız" falan diyerek yontmuşlardı. Amaaan kurgulamışlardı.

O senaryomu birkaç kişiye gösterdim de beğenenler oldu, "başlamadan vazgeç hafız" diyenler oldu, "kim sana gaz veriyor da yazıyorsun la" diyenler oldu... Her görüşü sentezledim genel kamu oyu "çalışırsan yaparsın hafız" çıktı.

O gün bugündür senaryo yazmaya çalışıyorum da sorunlarla karşılaştım. En önemlisi bu senaryoları filmleştiremeyecek olmamdı. Devir öyle bir devir ki babasına kuvvet! herkes sanatçı, herkes oyuncu, herkes bestekar, herkes senarist... 350 tl'ye kıyıp video kamera alan herkes yapımcı kesiliyor. ipini koparan film yapıyor.

Ben bu sıradanlıklardan arınıp sevdiğimle Alaska'da bir otobüste yaşamak istiyorum. Geyik avlayıp, sinekler lavralarını salmadan eti parçalayıp mangal yapılabilecek kadar incelttikten sonra boyuna protein tüketip, (üremeden) sevişip azrail gelinceye kadar gökyüzünü izlemek istiyorum.

Şu kaçmaya çalıştığımız sistem o kadar ustaca inşaa edilmiş ki, ne yapsak boş.

Alaska'yı görmeden öleceğiz hafız. Bence The Adjustment Bureau (2011) filmini sabırla sonuna kadar izleyin, harika bir sistem eleştirisi var. Film hakkında da bundan fazla şey yazmam gayrı, spoiler falan olur uğraşamam şimdi.

işin aslı yazıyı kimse okumayacağından burda sayfalarca spoiler versem de kimsenin umrunda olmaz da, yine beyefendilik bende kalsın.

Dikkat ettiyseniz şu an, hiç cevap vermeyen birine tüm aklımdan geçenleri anlatır gibi yazıyorum. Maksatım baca temizliği. "Peki faydası oluyor mu?" derseniz pek sayılmaz.

insan birileriyle oturup konuşmak istiyor hafız. Ama sistem etrafımıza oturup konuşmak isteyeceğimiz insanlarla tanıştırmıyor ki...

Hep hayalimizdeki karakterleri etrafımızdaki (aile, okul, çevre vb...) bedenlere monteliyoruz. Sonra o bedenin hayalimizdeki karakteri taşıyamayacağını öğreninceye kadar bulutlar üstünde yürüyoruz.

Ben size bir öğüt vereyim mi bir eşek olarak?

Siz siz olun, aşık olmayın. Ben aşık olmadan önce eşek değildim. Ha işin acı tarafı aşık olmadan önce eşekten de iyi konumda değildim. Ama yine de varolmamak, kötü varolmaktan iyidir diye düşünüyorum.

Öğüt bölümüne tam olarak değinmiş sayılmam, belki yazının sonlarına saklarım öğüt işini, ama ufak birkaç şey diyeyim mi?

Üretin abisi, bak üreyin demiyorum. Ha canınız istiyorsa onu da yapın ama üretmek üremekten de önemli. Yazarak, çizere, üreterek yaşayan biriyle sadece tüketerek yaşayan biri arasında çok fark var hafız.

Tüm bunları bir kenara bırakıp baca temizliğime devam ederken "Birgün öyle bir yazı yazacağım ki..."nin de devamını getirmiş olayım.

Şimdi öldüm diyelim,

20 yaşımda öldüm diyelim. 20 yaşım için o kadar planım varken ve bu planlarımın hiçbirini gerçekleştirememişken ölmek gerçekten ayıp olur. Ama Allah'ın takdiri der katlanırız. Hem yaşayınca trenler bulutlara sürmüyor vagonlarını... Vapurlar Bektutiye bulvarından habersiz...

"20 yaş için planların ne ki?" diyecek olursan hafız aha aşağıya kopyalayayım çok eski bir tarihte yazmıştım.
Yaş 20: yolun başı

Son birkaç aydır kafamdaki soru işareti sayısı bölünerek üreyip kafamı taşıyamayacağım kadar ağırlaştırmış durumda. Her soru işaretinin altında gelecek, kariyer kaygısı yatıyor.

Türkiye’deki işsizlik problemi beni de vuracakmış gibi bir his var içimde, şöyle ufak çaplı karekter özeti yaptımda kendime tablo pekte iç burkucu sayılmaz.

Ufak yaştan müziğe olan ilgimi bilgiye çevirebildim bir tutam piyanistlik kanı taşıyorum, Karikatür çizimi hususunda da bir yerlere varabilirim belki. Öte yandan yazarlık/şairlik kabiliyetimin olduğunu da pek çok büyüğümden duydum. Bunlar benim için alternatif kariyer olanakları asıl kendimi geliştirdiğim alan teknoloji, yine teknolojiye de ufak yaştan beri ilgi duyuyorum bu ilgiyi bilgisayarlar sayesinde bir miktar bilgiye dönüştürdüm. Asıl hedefim programlama(coder) programlama alanında bir tutam C# & Asp.NET bilgim var bu bilgiyi vakit buldukça yenileriyle harmanlıyorum önümüzdeki yıllarda daha çok programlama dili öğreneceğime ve programlama alanından tabiri caizse ekmek yiyeceğime inanıyorum. Ayrıca programlama dışında arayüz kullanımı hususunda da kendimi çok hızlı geliştirdim ve geliştirmeye devam ediyorum. Kullanmam gereken programlara(arayüzlere) adapte olmam pek vakit almıyor bu konuda bir çok saygı değer insandan tasdik aldım. Öte yandan karekterli bir insan olduğum, iş ahlakına özen gösterdiğim ve güvenilir olduğum etrafımdaki insanlar tarafından söylendikçe kendime olan güvenim artıyor.

Kahramanmaraş şu an için pek pahalı olmayan bir şehir. Ayda 1.250tl geliri olan 3/4 kişilik bir aile orta seviye hayatın üstüne çıkabiliyor. Büyük şehirlerdeki(istanbul, izmir, Ankara vb..) 7.000tl’nın karşılığı Kahramanmaraş’ta 4.000tl yani 4.000tl sabit aylık gelirine sahip 4 kişilik bir aile gayet refah bir hayat sürebilir.

Bu küçük analizden yola çıkarak Lise bittiğinde aylık getirisi 850 ila 1.000tl olan bir iş(programlama, grafik & reklam tasarım, web tasarım+moderatörlük gibi) yerinde çalışarak yalnızlığa devam eden bir hayat kurmayı planlıyorum. Bu planı hayata geçirdiğimde 20 yaşında olacağım, bu yaşın yeni bir hayata atılmak için ideal olduğunu düşünüyorum. Yeni bir hayattan kastım ayrı ev ve daha düzenli üniversiteye hazırlık. Kahramanmaraş’ta ayrı eve çıkmak büyük şehirlere kıyasla daha az masraflı çünkü 4 kişilik bir aile için en kral kiralık evlerin aylık ödemesi 500 ila 600tl. Ben tek başıma yaşayacağım ve şehrin içerisinde 300tl’lik çokta lüks olmayan bir eve çıkmam geleceğimi/kariyerimi iyi yönde etkiler diye düşünüyorum.

Çünkü çocukluğum boyunca pek yıpranmadım, neredeyse hiç iş deneyimim olmadı. Olabildiğince asosyalim, hayatım şu güne kadar projeler, dersler, sınavlar çemberi etrafında döndü durdu. Neredeyse hiç sıkıntısız bir hayat sürüyorum. Her ne kadar yaş itibarıyla ergen sınıfına dahil olsam da depresyonlara, kaprislere boğulmuyorum. Gelecek pekte karanlık değil benim için. Her ne yaşamam gerekecekse yaşayacağım.

Ayrı eve çıkacağım çünkü sorumluluk almak istiyorum kendi evimin faturalarıyla, temizliğiyle, düzeniyle ilgilenirken iş hayatını ve sosyal hayatı tam ortasından öğrenerek üniversiteye hazırlanmak bana daha yararlı olacaktır. En azından ben bunu düşünüyorum.

Anneme 20li yaşlarımda ayrı eve çıkacağımı söylediğimde saçmaladığımı söyledi. Annem cephesinden bakınca gerçekten düşüncem saçma çünkü zaten evde tek çocuk benim ev yeterince büyük, iki ihtiyar(Annem Babam) benim üniversite kazanmama engel teşkil etmez. Ama ben bu yaşıma kadar hayatı toz pembe yaşadım hep bahsedilen hayatın zorluklarını tam ortasında yaşamak ve baş etmek istiyorum. Bu gücü 20 yaşında hâla kendimde görmeye devam edersem o ya da bu şekilde şu anki kariyer planımı başlatacağım.

ilk yılda(lise son) üniversite kazanmam oldukça zor çünkü lise son sınıfta staj göreceğim stajın yanı sıra haftada 2 gün okul maratonum var meslek lisesinde okumak özellikle bu eğitim sistemi içerisinde hiçte kolay değil. Lise sondaki temel hedefim sınıfı geçip diplomayı almak olacak. O yüzden ilk yıl kafadan üniversiteyi kazanamamış olacağım. Lise 1′de bir takım hatalar yaparak sınıfta kaldım, üniversiteye tam anlamıyla hazırlanmam bu iki sebepten dolayı 2 yıl gecikmeli başlamış olacak. Yaş 21 olacak. emekleme dönemi.

Yürüdüğüm yoldaki üniversite ışığını kaybedene kadar kararlı bir şekilde ilerlemeye devam ederim ama olmayacak bir hedefin peşinde koşmanın ne kadar anlamsız olduğunu biliyorum. Baktım üniversite kazanamıyorum pes eder, kendimi özel sektörde ıspatlamaya çalışırım.

20. yaş benim için belki dönüm noktası olacak ama belkide 18′li yaşların yanlış psikolojisiyle bu kadar net bir rota çiziyorum. Bunu öğrenmem için Lise’nin bitmesi ve benim kendimi boşlukta hissederken sorgulamam şart.
Onca şey söylemişken üniversiteye hazırlanan gençlere de birkaç şey söylesem iyi olur. Üniversiteye olabildiğince düşük beklentilerle başlayın gençler. En önemlisi okuyun, bilgilenin, kültürlenin. Ve kafanız basıyorsa siyasetçi olun, eğitim sistemindeki saçmalıkları onarın. Çünkü hep dediğim gibi, torpille bakan olmuş adamlar(?!) değil bu sistemin çarkında eciş bücüş kalmış ama yılmamış çalışmış mevki sahibi olmuş adamlar! onarabilir bu sistemi.

Benim gibi eşşoğlu eşşekler değil, hakeden insanlar bu ülkede söz sahibi olsun artık. Söz sahibi olsun derken bu bir deyim, bu sözümden "eşşoğlu eşşekleri susturun" gibi bir anlam çıkarmayın. Herkese ama herkese konuşma, kendini ifade etme hakkı verin ama sadece mantıklı, doğru olanları ciddiye alın. Uygulayın.

Üretmeden üremeyin.