Erken bulunmuş bir intihar mektubu

İki yıl önce yazımını tamamladığım bir roman geçtiğimiz ay yayınlandı.

Kitap Yurdu adlı kitap alışveriş platformundan temin edilebiliyor.

Bu yayınlanan ilk kıtabım, belki son da olabilir. Yazdığım birkaç roman daha var biri tamamıyla hazır halde ama Erken bulunmuş bir intihar mektubu ilgi çekmezse ve başta eş dost olmak üzere okuyanlar, "Devam et, yaz bir şeyler" demezse yayınlamayı düşünmüyorum.

Erken bulunmuş bir intihar mektubu'nu tümüyle bir intihar mektubu olarak okunabilecek bir roman yazma niyetiyle kurguladım. Ne kadar başarılı olduğum tartışılır, bazı okurlar roman olduğunu bile ancak yarısını okuduktan sonra anladılar :)

Yazılış hikayesi de şöyle...

Blogumda yayınlamak üzere bir öykü yazıyordum, başlığını "Erken bulunmuş bir intihar mektubu" ya da "Matemin matematiksel izahı" yapacaktım. Buna öykünün tamamı bitmeden karar vermek istemedim. Doğrudan blogun içerisinde yazmaya başladım ancak yayınlayamadım, çünkü bir türlü sonu gelmiyordu yazdıkça yazıyordum. Bir yerden sonra blogda yayınlamak için fazlaca uzun diye düşünmeye başladım, ama yine de blogda yayınlamaya kararlıydım. Birkaç bölümden oluşacak şekilde yayınlayacaktım. İlk bölümü yayınlamadan önce ciddi bir ilerleme katetmek istedim. Yazdıkça yazdım ve bölümlere ayırdığımda onlarca bölümden oluşacağını gördüm. Malum, blogumun ciddi bir okur kitlesi yok. En fazla 10 kişi yazdıklarımı gerçekten takip ediyor. Böyle uzunca bir öykünün blogda hiç kimseye ulaşamayacağını düşünerek, kitap dosyası halinde yazmaya karar verdim.

Nihayet yazımı tamamladığımda isim konusundaki kararsızlığım da ortadan kalktı. Erken bulunmuş bir intihar mektubu iyi bir başlık olacaktı. Kapakta "bir intihar mektubu"nu vurgulamak da hülyalarım arasındaydı. Neyse ki -hemen hemen- tam istediğim gibi oldu. Ancak kolay olmadı. Belki 10'a yakın yayınevine dosya olarak sundum. Sanırım hepsi de olumsuz dönüş yaptı, daha kötüsü dönüş yapmayanlar da oldu.

Kitap Yurdu'nun doğrudan yayıncılık sistemini duydum, inceledim ve oraya da dosyamı gönderdim. Bürokratik süreci tamamladığımda kitabım yayınlandı.

Maalesef henüz fiziksel olarak marketlerde yer bulamadı. Sadece internetten ve şahsen anlaştığım kitapçı arkadaşlarımın dükkanlarından temin edilebiliyor.

Hülasa, kitap çıkarma heyecanını da tatmış oldum. Farklı bir duygu. Yayınlanma sürecinde kah umutlandım, kah belirsizliğe düştüm, kah yoruldum... Yayınlandıktan ve elime ulaştıktan sonra da oldukça belirsiz bir hissiyat içindeydim. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. "Eserlerim çocuğum gibidir" klişesine kapıldım. Bir çocuk dünyaya getirdim, benden bir parça insanların takdiri karşısına çıktı ama bunun ürkütücü bir yanı da var, ya zararlı bir çocuk olursa bu... ya başarısız olursa, ya hayatı baş karakter Aylin'inki gibi talihsizliklerle örülü olursa... Bunları da düşündüm. "Baba oldum, artık ölsem de gam yemem" diyemedim.

Böylece, ne çok satmasını istiyorum ne de kimsenin okumadığı bir eser olarak tarihin derinliklerinde kaybolup gitmesini...

Her şey bir yana, 10 yıldır yazdığım bu blog, bu yoldaş, ne kadar açık ediyorsa duygularımı, düşüncelerimi, fikirlerimi... sanırım o kadar açık ediyor bu 100 sayfalık kitap. Duygularım, düşüncelerim ve diğer önemsiz detaylarım hakkında merak sahibi olanların aradıkları yanıtları bulabileceği, en azından yakınlık kurabileceği bir roman oldu.

Okuyan, okuyacağını dile getiren herkes, -yedi kat yabancı da olsa- heyecan ile korku arasında bir şey yaşatıyor bana. Her yazar böyle mi hissediyordur acaba. Okuyup bitiren herkesle saatlerce oturup üzerine konuşmak istiyorum. Ve maalesef pandeminin de (pandemiyle gelen yasakların da) etkisiyle bu pek mümkün olmuyor.

Kitabımı edinmek için: https://www.kitapyurdu.com/kitap/erken-bulunmus-bir-intihar-mektubu-/561410.html





Kadınlardan nefret edenler neden kadınlardan nefret ederler?

Nefret ettiğiniz insanları düşünün, bu listeye hemen herkes girebilir.

  • Politikacılar
  • Ebeveynlerimiz
  • Mahalle bakkalı
  • Bir zamanlar çok yakın arkadaşlarımız
  • Eski sevgililerimiz
  • ...

Bu listedeki herkesin bir ortak noktası olabilir mi?

...Olur, olmaz olur mu!
Ama, olmaz olsun 

Özdemir Asaf


Nefret ettiğimiz insanların ortak noktaları bizi hayal kırıklıklarına uğratmaları, politikacılardan ülkemize, beldemize dair mükemmel şeyler yapmalarını bekleriz, yapmazlar ve nefret ederiz. Ebeveynlerimizden geleceği görmelerini ve bizim için doğru hamleler yapmalarını, yahut hiç değilse yaptığımız hamlelere saygı duymalarını, bizi özgür bırakmalarını bekleriz ama bırakmazlar. Mahalle bakkalımızdan mahalledeki garibanlara borçları konusunda daha tahammüllü olmalarını bekleriz ama olmazlar. Bir zamanlar çok yakın arkadaşlarımızdan daima yakın ve kıymetbilir kalmalarını bekleriz ama kalmazlar. Eski sevgililerimiz, -bir zamanlar- yarattığımız yarı tanrılardır, beşeri alçaklıklar yapmamalarını umarız ama yaparlar...

Nefret ettiğimiz tüm insanlar onlara yüklediğimiz anlama uymayan şeyler yapmışlardır. Onlara bakınca gördüğümüz portreyi parçalamışlardır. Nefret etmemizin nedeni onların yaptıkları kadar bizim onlara ilişkin sanrılarımızın olmasıdır.

Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?

Kış Uykusu (2014)

Dini, dili, ırkı, politik görüşü fark etmeksizin kadınların tamamından nefret edenlerin nefret etme nedeni de tam olarak budur. Kadınlara, kadınlığa, anneliğe, yarenliğe fazlaca anlam ve kusursuzluk yüklemek uzun vadede kadınlardan nefret etmelerine neden olur. Çünkü kadınlar da beşerdir. Menfaatleri, kendi doğruları ve yanlışları vardır.

Kadınlar da sıçıyor, bu gerçeği kabul etmek gerek

Aç televizyonu, 10 dakika dur karşısında, birkaç farklı kanal zapla, göreceksin, kadın bedeni ticari reklamların bel kemiği. Kapitalizm mal satmak için kadın bedeninin cazibesinden yararlanır. Bu cazibeyi abartır, kadını insanüstü resmeder ve neredeyse onların da osurduğu gerçeğini unutturur. Bu anlaşılır ve beklenen bir şeydir. Ama bu cazibenin uzun zamandır sömürülmesi, kadınların sadece estetik bir görüntü sunmakla ve cinsel tatmin vermekle görevli olduğu yanılgısını yaydı.

Kadından sadece cinsellik beklemek belki bazı kadınları rahatsız etmez ancak bu beklentiyi karşıla(ya)madıklarında isimleri nefret edilenler listesine eklendiğinde, toplumun kadınlara yüklediği bu suni görevlerden rahatsız olacaklar.

Kadınların kimilerince insanüstü görülmesinde rolü olan herkes farkında olmadan kadınlardan nefret edilmesinin yolunu açıyor. Kadınlara duyulan nefretin azalması için onların da tıpkı diğer canlılar gibi osurdukları bilgisini yaymak gerek.

Bir şeye dair beklentiyi yükseltmek o şeyin uzun vadede itibarsızlaşmasına neden olur. Örneğin bir filmi çok beğendiniz, arkadaşlarınıza abarta abarta anlattınız, arkadaşlarınızın beklentisini yükselttiniz. Artık arkadaşlarınız o filmi pozitif bir ön yargıyla izleyecek ve beğeni çıtaları (eşikleri) yukarı çıkacak. Sonrasında muhtemelen filmi beğenmeyecekler. Oysa film hakkında hiçbir fikri olmadan izleselerdi belki çok beğeneceklerdi.

Kadınların da osurduğunu unutmayın.





Kim lan bu Arif denen pezevenk?

Arada bir şiir yazarım.

Ah Ayşem vah Ayşem... şiirlerini okumayı sevmediğim için bu türde şiirler de yaz(a)mam. Ama ben de insanları merkeze alan şiirler yazıyorum. Bazıları gerçekten etrafımda olan, yaşayan insanlarken bazıları tamamen hayal ürünü. Bazılarıysa bu ikisinin arasında.

Arif'in hangi kategoride olduğunu açıklamayacağım. Edebiyat tarihçileri bulsun hehe.

Nedense Arif konulu şiirlerimi tek bir yazıda toplamak geldi içimden, ilkiyle başlayalım. 29.9.2018 tarihinde antoloji.com'da yayınlamışım.

Arif'e

Derdin büyüğünü dosta öteleyip
ufak tefekleriyle oyalanırken
mahir olurum mu sanarsın

Düşlerine kaçarken araflarda az mı boğuldun,
ne diye kulluğuna kulaç atarsın

Düşünürüm ince ince diye övünürsün de,
bir düşüne varamadın diye
bin yılını heba mı sayarsın

Nafile gençliğe kızdığın halde
bir kızın yüreğini titretemeden
terki diyar etmeye mi çabalarsın

Hercai vakalarla dara düşüp
dardan kurtarınca kendini
ihya oldum mu sanarsın

...

-Umuma sorarsak- Yirmibeş yaşındasın Arif!
yüz mevsim geçmiş ömründen
bir kıştan mı korkarsın

Onca yüzü güzele meylettin
yarısı deşti gitti gönlünü
bir yüreği kuştan mı korkarsın 

Sonraki şiiri 23.12.2019'da yazmışım bir yıl sonra

Arif'in gayrimasalsı rüyası

Arif bir rüya gördü
rüyasında kördü
nasılsa görmüyor diye
çevresine duvar ördü
çehresinde mutlu bir tavırla
herkesi el gördü.

Yazdı çizdi her şey hakkında
iyiliği sevdi, kötülüğe sövdü
tutuldu hakkı aramak telaşına
az uyudu, az yedi, az sevişti
her yaklaştığında kaçırdı elinden hakikati
gün gördü
ün gördü
son gördü

aydınlandı bir gece
-fakat bulamamıştı hakikati henüz-
yıktı ördüğü duvarları
sıktı canını sıkanları
yani çaktı mevzuyu Arif
kendi olmanın farkına vardı
üzmezdi artık onu dertti, gamdı.

Sonra bir kız gördü sereserpe
-görmenin de verdiği hayretle-
buldu belasını Arif,
hakikati ararken gayretle... 

Bundan sonraki şiiri ise 1.2.2020 tarihinde yazmışım.

Arif'i tarife gerek yok

Babası sağ idi Arif'in
ama hiç baba parası yemedi
Anası da sağ idi Arif'in
ama hiç ana şefkati görmedi

Biri hariç tüm sevdikleri sağ idi,
hiçbiri Arif'i hakkaten sevmedi.
Yalnızca bir kız kaptırdı gönlünü Arif'e
ona da Allah ömür vermedi. 

Son olarak da 22.6.2020 tarihinde yazmışım.

Arif'e Arif'in tarifi

Orhan Veli'ye hürmetle, ve affına sığınarak...

yirmiyedi yaşındasın
bir kuru hakikat yüklü sırtında...
dağbaşındasın
tütünün dahi yalnız değil senin kadar
yaridir şarabının

erkeklik var başta
amma ne kırmışsın, ne dökmüşsün
girmemişsin hakkına, kendinden başkasının

kınadığın şeylere dönüştürmüş hayat
-gıcırdayan ahşap balkonda-
sabahları balgam tükürürsün.
ve akşamları yemekten sonra
belki kusarsın çok içince
amma kendi koltuğuna, kendi evine
incitmezsin bir garibanı,
yıpratmazsın gözünden sakındığı çeyizini de

ne hakikatini anlamaya buyurdular
ne de çocuğunu doğurdular
hak kadar yalnızsın, hukuk kadar paravan
"içmeyip de ne halt edeceksin!"

Arif'le ilgili yazıp çizmeye devam edeceğim, şiirlerimi takip etmek için link: antoloji.com/safa-gayret





Evlilik hakkındaki düşüncelerim ve bu düşüncelerimi güçlendiren iki film

Filmler hakkında spoiler bilgi vermeyeceğim. Gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz ve konu ilginizi çekmese de bu iki muhteşem filmi kesinlikle izlemelisiniz. 

En son ne zaman bir çifte bakıp "İşte mükemmel çift" dediniz? Ben neredeyse hiç demedim. Sadece evlilik değil, iki arkadaşın ve hatta aynı karından çıkan iki kardeşin ilişkisi bile mükemmel olamaz.

Çocuğunuzu kendi ideallerinize uygun yetiştiremeyeceksiniz, çünkü anne babanız da sizi kendi ideallerine uygun yetiştiremedi. Okuduğunuz kitaplar, sorduğunuz sorular, izlediğiniz filmler, edindiğiniz arkadaşlar, dinlediğiniz müzikler... hayatınıza giren her yeni şey yaşam yönünüze küçük dokunuşlarla müdahale eder.

İnsan asla anne babasının yahut diğer güçlü aktörlerin (Din, siyasi görüş, gelenek, genetik...) çizdiği yolda ilerleyemez daima kendi yolunu çizer, çizmelidir. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran şey de budur. Böyle olunca insan aynı karından çıktığı kardeşleriyle bile düşünce ayrılıkları yaşar.

Kuşak farkı yok, ebeveyn farkı yok, coğrafya farkı yok, eğitim olanakları farkı yok, kültür farkı yok. Ya hu iki kardeş nasıl farklı bilişsel süreçler yaşar? Yaşıyor işte, sağlıklı bir bireyse yaşıyor.

İnsan kardeşiyle bile ortak hakikatlar çerçevesinde iletişim kuramıyorken, başka bir kadınla, adamla nasıl ortak hakikatlar, ödevler edinebilir?

Erkek: Sürekli birbirimize kızıyoruz ve hakimiyet kurmaya çalışıyoruz

Kadın: Evlilik tam olarak budur zaten.

Gone Girl (2014)

Evlenince insan aynı evi paylaşıyor, aynı sosyal ortamlardan, aynı maddi imkanlardan faydalanıyor. Aynı çocuklara ebeveynlik ediyor. Dolayısıyla düşünce ayrılıkları yaşamaması beklenir ama bu mümkün değildir. İnsanın öğrenme evresindeki hayat arkadaşı kardeşidir. İnsan kardeşiyle bile farklı bilişsel süreçlerden geçiyorsa, farklı görüşlere itecek şeylere maruz kalabiliyorsa, evlilikte de farklı görüşlere sahip olur.

İlişkinin müteahhiti

Kadınlar ilişki boyunca erkekleri tadilata muhtaç/mahkum bir bina gibi görürler, hatta bazıları yıkıp yeniden yapmayı seçer. Hiçbir kadın bir erkeği olduğu gibi kabullenmez. İlk flörtlerde, ilk buluşmalarda bile kadının aklından "Fazla sigara içiyor ama düzeltilebilir" gibi şeyler geçer. Erkek başta sağlıklı koşullara yönlendiren bu tadilatlara direnmez ama ilerleyen aşamalarda tadilat binayı bambaşka bir şeye dönüştürme projesine dönüştüğünde korkmaya ve frenlemeye başlar. Kadınlar aşık oldukları adamları aşık olmayacakları adamlara dönüştürmeye çalışıyorlar.

İlişkinin melankoliği

Kusursuz bir ilişki düşünelim, her şey her iki tarafın ve hatta çocukların istediği gibi gidiyor. İdealler örtüşüyor, yeme içme zevkleri örtüşüyor, dünya görüşü örtüşüyor...

Her şey o kadar iyi ki etraftaki mutsuz çiftlerin yakınmaları karşısında kendi ilişkinize dair yakınacak bir şey bulamadığınızı düşünün. Bu da bir huzursuzluk nedeni olabilir mi?

"Benim kocam da şöyle anlayışsız, böyle serseri..." diyememek bir kadını kocasından soğutur mu? Soğutabilir arkadaşlar.

Ben buna benzer bir şeyi baba oğul ilişkisinde gözlemledim, kendi babamla olan ilişkimde. Babam tüm yaşıtlarının oğlundan yakındığı, bütün muhabbetin bu çerçevede döndüğü ortamlarda yakınacak bir şey bulamadığı için yalan söylediğini itiraf etti bana.

İnsan dertlerini de yarıştırmak istiyor demek ki. Benim de derdim var diyebilmek istiyor. Bunun için mükemmel kocanın ve mükemmel karının kötülükler de yapması gerekiyor. Ne kadar aptalca.

Kusursuzluğun bile kusur olduğu bir zeminde huzurlu bir karı koca ilişkisi bir kenara ebeveyn çocuk ilişkisi bile mümkün değil.

İki insan, aralarındaki ilişki ve iletişim ne olursa olsun birlikte yaşamaya müsait değil. Bir arada yaşamalıyız ama birlikte yaşamamalıyız.

Evlilik ve diğer beşeri ilişkiler hakkında alışılmadık düşüncelere sahibim. Bundan rahatsız değilim. Bu düşüncelerimin temellerini ve köşelerini daha iyi anlamak isterseniz sırasıyla Marriage Story (2019) ve Gone Girl (2014) filmlerini izleyebilirsiniz.





Harp çalan güzel kızlar ve diğer güzel kızlar

(The Sound of Silence (harp cover) | Deer Blooper)

Çok uzun zamandır (belki de haksız yere) yakındığım bir konu var. Toplumumuzda neden yaratıcı kadınlar yok.

Çocuk aklıyla eskilerde bu durumu farkında olmadan birazcık kadınlara mâl ediyordum. Şu an farkına vardım ki biz toplum olarak yaratıcı insan sevmiyoruz. Cinsiyet ayırmaksızın birilerinin eski köye yeni adet getirmesine tahammül edemiyoruz.

Hal bu olunca, tarih öncesinde kalan enstrümanları yeniden gündeme getirmek bizim toplumumuzdan insanların aklına gelmiyor.

Harp enstrümanının çok güzel bir tınısı varmış. Bunu "Naomi SV" adlı YouTube kanalı sayesinde fark ettim. Adeta büyüleniyorum. Tüm videoları iştahla izledim. Kulağımda güzel bir seda bıraktı. Bunu not defterime de iliştirmek zorundaydım.

Kanalın varlığından asıl haberdar olma nedenim ise kaynağını unuttum ama bir habere denk geldim, "Doğada solo enstrüman çalan bir kadına kayıtsız kalamayan bir geyikle" ilgiliydi.

Bu güzel kadının, Lana Del Rey'in Video Games şarkısını da coverladığını fark etmek bile heyecanlandırdı.

Keşke toplumumuzda da böyle yetenekli insanlar yetişse. "Ben güzelim başka bir şey yapmama gerek yok" diye düşünmesek.




Baba olmak istiyorum

Maslow'un ihtiyaçlar piramidi teorisini ilk duyduğum günden beri destekliyorum. En tabanda yatan fizyolojik ihtiyaç başta olmak üzere tüm ihtiyaçlarımızın, ölüm korkusunun ruhumuzda bıraktığı tahribattan doğduğunu da ısrarla savunuyorum.

Kendini gerçekleştirmiş insan artık ölümden, yarım kalmaktan korkmayan kişidir. Dolayısıyla daha mutludur. Sizi kendini gerçekleştirmiş biriyle tanıştırayım.


 
Angèle Joséphine Van Laeken, 3 Aralık 1995 tarihinde doğan Belçikalı şarkıcı, söz yazarı ve yapımcıdır.

İlk albümü, elmas disk sertifikasına sahip Brol, 18 Ekim 2018 tarihinde piyasaya çıktı ve 11 ay içinde 500.000'den fazla satarak 2019 yılında Fransa'da albüm satış rekoru kırdı.
(Vikipedi)




Bu güzel kızın kendini gerçekleştirdiğine inanmamı, satış rekorları kıran albümler yaratması sağlamadı. Kendisi uzun zamandır takip ettiğim bir sanatçı da değil. Bu sıralar çalışırken arkada böyle müzikler çalmasını seviyorum. Çala çala Angèle ile karşılaşmış oldum. Tüm hayatı hakkında fikir sahibi eden bir klibinden çok etkilendim.



Flou klibi bence çok özel. Angèle'nin çocukluğuna kadar gidiyoruz; annesiyle, abisiyle, müzikle ilgisinin ne denli güçlü ve köklü olduğunu görüyoruz.

Çocuklar onları kanalize etmezsek bir boka yaramayan bir hayata sahip olurlar, ama küçük dokunuşlarla dünyayı daha yaşanılabilir bir yere dönüştüren çocuklar inşa edebiliriz. Bu inancımın da etkisiyle Angèle'nin başarısını ondan çok ailesine mâl ettim. Angèle çok güzel bir kadın, çok güzel bir sanatçı, eserlerinde ve kliplerinde Anti-Sexistlik gibi ulvi meselelere değiniyor evet ama tüm bu başarılar, temelinde onu bu şekilde yetiştiren ailesine ait gibi geliyor bana. Elalem ne der diye korkmayıp çocuğunu müzikle, özgür düşünceyle yoğuran ailesinin başarısı Angèle'nin başarısından büyük.

Angèle'nin (ve dolayısıyla ailesinin) kendini gerçekleştirdiğine ikna olmak için tüm klibi baştan sonra izledikten sonra 2. dakika 34. saniyedeki izleyicilerinin karşısında çılgınlar gibi tepindiği anı tekrar izlemenizi rica ediyorum. O kadar mutlu ki, dünyanın en ağır, en yorucu şeyini sırtına yüklesek bile gıkı çıkmaz gibi bir enerji veriyor.

Komplekslerinden arındığı, çevresindeki herkese, bilhassa çalışma arkadaşlarına çok iyi davrandığı, onları samimiyetle kucakladığı izlenimi yarattı. Bir kısa film yönetmeni olarak rahatça söyleyebilirim ki bu klip muazzam bir eser. Böyle bir klip sadece para motivasyonuyla ortaya çıkmaz. Klip yönetmeninden kurgucusuna kadar herkes Angèle'yi seviyor olsa gerek. Klibin muazzamlığının altındaki motivasyon buradan geliyor.

Hülasa, bu denli mutlu ve çevresindekilere mutluluk aşılayan bir çocuğum olacaksa baba olmaya varım. Ama böyle bir çocuk yetiştirecek bir coğrafyada yaşamıyoruz. Ortadoğu'da kaynağı belirsiz, nedensiz hüzünlü, kaprisli, kompleksli, ne istediğini bilmeyen çocuklar yetiştirilir. Coğrafyamızın fabrika ayarlarında bunlar vardır.




Blogum 10 yaşında ve hayatımı kolaylaştırmaya devam ediyor

Bugün bir arkadaşın yazılım sorununa çözüm ararken, daha önce bu sorunla karşılaştığımı ve bir şekilde çözdüğümü hatırladım. Ama nasıl çözdüğümü hatırlayamadım. Yardımcı olabileceğini düşündüğüm birkaç arkadaşımı aradıktan sonra "Belki blogumda yayınlamışımdır" diye düşünüp blogumu irdeledim. Evet yayınlamışım. Belki saatlerce arayıp bulamayacağım sorunumuzu 9 yıl önceki Safa çözdü.

27 yaşındayım, bu benim ilk blogum değil, bu blogumu kurmadan yaklaşık birkaç yıl önce CHIP Dergisi bünyesinde bir blogum vardı, yani uzun zamandır diyebilecek kadar uzun zamandır blog yazıyorum. Ölünceye kadar da yazmaya devam edeceğim. Dünyaya tekrar tekrar gelecek olsam yine blog yazarım ve belki daha erken başlarım.

Yıllar geçerken olaylara bakış açımın olgunlaşma sürecini şeffaf bir şekilde görebilmek galiba ruhumu zenginleştiriyor.

Blog yazın, çoluğunuza çocuğunuza, yeğeninize blog yazdırın.




Saraydaki profesyonel liseli: Sümbülzade Vehbi Efendi

Lisedeyken elime "Saraydaki Maraşlılar" adlı bir kitap geçmişti. Kitapta, Osmanlı Döneminde isim yapmış Maraşlılarla ilgili yazılar vardı.

Sümbülzade Vehbi Efendi'nin adını ilk kez o kitapta gördüm.
Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç,
Düşmanın bağrına, hançerimi nagehan...
Şairlik, kadılık, elçilik gibi görev ve ünvanlara sahip Sümbülzade, dönemin sultanı I. Abdülhamid tarafından idam cezasına layık görülmüş. Bu cezadan kurtulmayı komikli bir şiirine borçluymuş.

Kitapta kasidenin tamamına yer verilmiyordu sanırım ama ilginç bulmama yetmişti. Şimdi internetten okuduğum kadarıyla olay şöyle gelişmiş,
Rumeli'nin farklı noktalarında yıllarca kadılık yaptıktan sonra 1775 yılında İran'a elçi olarak gönderilir. Bu görevdeki tutumu onu canından etmek üzereydi. Padişah, devletin çıkarını gözetmediği için idam fermanı verdi. Fakat yaptığı kıvrak bir hareket ile canını kurtardı. "Tannane" adlı kasidesini I. Abdülhamid'e sunarak kendisini bağışlatmayı başardı. Bağışlanan Sümbülzade, kadılık görevine geri döndü. Rodos ve Eski Zağra'ya gönderildi. 1791'de İstanbul'a dönüp yazdığı Divan'ı, 3. Selim için yeniden düzenledi. Padişaha yaranmakta üstüne yoktu. Ancak biz onu kadılığı ya da elçiliği ile değil, padişaha sunduğu şiir ile tanıyoruz. Rivayete göre, dönemin padişahı ondan bir şiir yazmasını ister ve der ki; "Bu şiirin ilk mısrasında seni öldürmek, ikinci mısrasında ise ödüllendirmek isteyeyim."

Bu buyruk üstüne Sümbülzade Vehbi Efendi'nin liseli zihninden şu eser peydah olur.
Azm-u hamam edelim, sürtüştürem ben sana,
Kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can.

Lal-u şarap içurem ve ıslatıp geçirem,
Parmağına yüzüğü, hatem-i zer drahsan.

Eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır?
Lale ile sümbülü kakülüne nevcivan.

Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,
Bir gümüş ibrik ile destine ab-i revan.

Salınarak giderken arkandan ben sokayım,
Ard eteğin beline, olmasın çamur aman.

Kulaklarından tutam, dibine kadar sokam,
Sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan.

Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç,
Düşmanın bağrına, hançerimi nagehan.

Eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim,
Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.

Herkese vermektesin, bir de bana versene,
Avuç avuç altını, olsun kulun şaduman.

Sen her zaman gelesin, ben Vehbi’ye veresin,
Esselamun aleyküm ve aleykümselam.
Bugün bir arkadaşım yaptığımız sohbette "Padişahın da arkasından küfür ederlermiş" deyimini kullanınca, Sümbülzade Vehbi Efendi'yi hatırladım ve anlattım, bir zamanlar padişahın yüzüne de küfür edilirmiş ve bundan dolayı övgü alınırmış.

Ayrıca, önemli Tiyatro Sanatçısı Ferhan Şensoy, "Üç Kuruşluk Opera" adlı tiyatro oyununda bu şiire yer vermiş. Sümbülzade hakkında daha fazla bilgi almak için ekşi sözlük'ten yararlanabilirsiniz.




Batının sükuneti

Çalışırken YouTube'dan uzun müzik kolajları dinliyorum. Akşama kadar türlü türlü müzikler altta çalıyor. Yağmurlu bir cadde sesi duymaya başladım, işe odaklandığımdan bunu ancak videonun yarısında fark ettim. Neymiş bu diye YouTube'a geçtim.
Dikkatimi çekti, videonun açıklamasını okudum, incelemek için daha sonra izleye kaydedip tekrar müziklerime geçtim.

Şimdi inceleme fırsatım oldu. Bu tip deneysel yayınlar hep ilgimi çeker. Kısaca olay şu, bir insan kaldırımda yürürken muhtemelen göğsüne sabitlediği kamerayla olağan kaldırım trafiğini ve atmosferi kaydediyor. Basit ama etkili bir fikir, etkili olmasa milyonlar tarafından izlenmezdi. Kanaldaki diğer videolara da gözattım. Tokyo versiyonu da mevcut, ona da biraz baktıktan sonra bu videolar hakkında yazmalıyım dedim.




Karantinada iyi gider: Muazzam Netflix İçerikleri

Yaklaşık 3 yıllık Netflix izleyicisiyim. Bilen bilir, seçici bir izleyiciyimdir öyle her şeyi beğenmem. Bundan kaynaklanıyor olsa gerek birçok arkadaşım ısrarla film önermemi ister. Haftada 2-3 kez "Kanka şöyle aksiyonlu ama manitayla izlenecek film önersene" veya "Bağımsız film öner, sıkıcı olsun ama sıkılmayayım" gibi şapşik mesajlar alırım.

Bu gibi film öneri çağrıları beni bir liste yapmaya itmişti. Gözüm gibi baktığım bir IMDb listem var. Artık film öner diyenlere bu linki veriyorum. Tek tük içerisinde dizi de var ama Netflix özelinde bir listem olmadığını fark ettim. Bu listeler kendim için de faydalı oluyor. Uzun aralar verdikten sonra hangi diziyi ne zaman izlemişim diye bakmak için kullanabilirim.

Çok popüler olmayan, az kişinin bildiğini düşündüğüm içeriklere öncelik vereceğim. Hayır, Netflix'ten sponsorluk almadım. Tüm içerikler Netflix yapımı olmayacak ama Netflix'te bulunabilir.

Rick and Morty (2013)


Hem dahi hem deli bir dede ile ona uymak zorunda kalan masum bir torunun kainatın muhtelif köşelerinde kendilerini zora düşürüp düşürüp kurtarmalarını konu alan olağanüstü başarılı bir animasyon dizi. Çocuklara göre değil. Bir animasyon dizide bu kadar felsefe yapılabildiğine, bu felsefenin de eğlendirdiğine inanamıyorum. Dinler, iktidarlar, her görüşten politik duruşlar yerden yere vuruluyor bu dizide. Gülmekten yoruluyor insan.

Tanışıklığımız çok eskiye dayanır. Sanırım 2014'te bir arkadaşım ısrarla önermişti. Birkaç bölüm izleyip büyülenmiştim ama çok kalitesiz kopyalardı. Daha kaliteli bir kopya bulunca izlerim diye IMDb listeme kaydetmiştim, birkaç yıl önce Netflix'te görünce odamda bayram havası oluşmuştu. Son sezonunu geçen ay izledim. Net fanıyım bu dizinin.




Yönetmenler neden mutsuzdur?

Bir şeyleri kontrol ediyor olmak gücün yanında sorumlulukla gelir. Kontrol sizdeyse güçlüsünüzdür, insanlar verdiğiniz emirleri uygularlar ama sonuçlarına da katlanmanızı beklerler. İnsanlar verdiğiniz emirlerden doğan sorunları -doğal olarak- sizden bilir.

Doğrudan konuya girdiğim bir başka yazıma hoş geldiniz, yönetmek (kontrol etmek) kulağa herkesin zaman zaman yapmak isteyeceği bir şey gibi geliyor ama değil. Yönetmek yönetilmekten daha cazip olsa bu kadar insan dünyayı karış karış gezip "father figure" aramazdı. Türki bir ifadeyle şeyh aramazdı.

Yönetmenin (baba figürünün, şeyhin, şıhın, halifenin, başkanın, liderin, çobanın) insan üzerinde sorumluluk azaltmak gibi bir rahatlatıcı etkisi var. Bu yüzden çoğunluk şeyh olmayı değil mürit olmayı tercih eder. Aksi taktirde; kişi başına düşen şeyh sayısı bu kadar az olmazdı.

Yönetilmek ne kadar rahatlatıcıysa yönetmek de o kadar rahatsız edicidir. Çağdaş insan ne kadar bu gerçeği ötelemeye çalışsa da doğada bize yer yok. Doğanın fırtınası, kasırgası, seli, depremi doğaya zarar vermiyor. Bize zarar veriyor. Ne kadar her yeri betonlarla kuşatsak, ne kadar tahakküm kursak da bir pandemik virüs hepimizi diz çöktürdü. Yine doğa kazandı. Daima olacağı gibi.

Modern insan farkında olmadan bir savaş içerisinde, doğayla, evrenle yani kendisi de dahil her şeyle!

Bu savaş fark edilmese de rahatsız ediyor. Savaşta kararlar alıp sonuçlarına katlanma cesareti hepimizde yok. Aldığımız kararların geri dönüşsüz yollara (yolsuzluğa) sürükleme ihtimaline herkes tahammül edemez.

Bu gerçekle yüzleşen kurmaca bir karakterin öz eleştirisine tanıklık edelim mi,

"Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Yanlış kararlar almak korkusu yönetmen olma isteğimizi doğmadan öldürüyor. İktidarı eleştirmek iktidar olmaktan daha kolaydır. Ettiğim bu kadar lakırdıdan yönetmen olmanın rahatsız edici yönüne ikna olmuşsunuzdur herhalde.

Ulusal televizyon kanallarımızda yayınlanan birçok dizi setinde bulundum, kendim de 10'a yakın kısa film çektim. Yerli dizi setlerinde herkes mutsuz tamam ama yönetmen çok daha mutsuz.

Konuyla ne kadar ilgili olduğu tartışılır ancak bu yazıyı sevdiyseniz Alper Kırklar'ın Şair ve Yönetmen Onur Ünlü ile röportajını da seversiniz. Bir dönem başucu kitabımdı.

Alper Kırklar - Bir sürü endişe*
İdolüm, Nuri Bilge Ceylan'dan ve setinden bahsedip konuyu noktalayayım. Bilen bilir Nuri Bilge Ceylan para için film çekmez, fotoğraf ve sinema sanatlarında durdurulamaz bir üretkenlik yükü taşıdığı için filmler çeker. Dolayısıyla fotoğraf ve sinema üretmek Nuri Bilge Ceylan'ın hayatındaki en mutlu edici unsurlar. Buna rağmen film setlerinin kamera arkalarını YouTube'dan izleyince sette filmindeki kaygılı, bıkkın karakterler kadar mutsuz olduğunu gözlemliyorum.




Bir dizi macera: Plaka 46

Yaklaşık 10 yıldır kısa filmler çekiyorum, senaryolar yazıyorum ve yazan çizen, çeken herkese kendimce yardımcı oluyorum.

Lise sonlardan beri içimde durdurulamaz bir kısa film sevdası var. Bu sevda beni inançlı bir hobişinasa dönüştürdü. Tek hobim kısa film değil ama en güçlü hobim bu. Naçizane uluslararası ödül alma fırsatım da oldu. Kendinden Kaçmak filmim Belçika'da düzenlenen Kalmhout Kısa Film Festivali'nde kendi kategorisinde ikinci oldu. Bu gibi nispi başarılarıma rağmen şehrimizde bu tip işlerle uğraşan insanlar dışında hiç kimse adımı duymamıştı.

Plaka 46 dizisini çektikten sonra bu şehirde sinema ve benzeri sanatlarla ilgili ilgisiz birçok kişi tarafından tanınır hale geldim.

Nasıl başladı bu macera?

İstanbul'da sinema sektöründe emekçilik yapan pek sevgili iki kardeşim Alihan Emir ile Ömer Sağlam 2019 yazında bana ulaşıp bir internet dizisi fikirlerinin olduğunu söylediler. Onuncu Köy'ün Yolcuları Kitap Kafe'de oturup sohbet ettik. İstanbul'daki dizi endüstrisinin acımasızlığından vesaire konuştuktan sonra orda Plaka 34 adında bir internet dizisi çekmeyi denediklerinden söz ettiler. Cesaretlerine ve inançlarına hayran kaldım. Sonra türlü aksilikler yaşadıkları için bu işi ertelemek durumunda kalmışlar. Yıllar yılları kovalarken iş yoğunluğundan bir türlü gerekli vakti ayıramamışlar. Memleketleri olan Kahramanmaraş'a döndüklerinde bu hayali tekrar hayata geçirmeyi amaçlamışlar ve bu şehirde bu tip işlerle uğraşan çok az deli olduğu için bana da ulaştılar. Zaten yaklaşık 5 yıl önce ortak kısa film çekmeyi hedeflemiştik ancak başaramamıştık. Yani tanışıklığımız vardı.




Çirkinler neden başarılıdır?

Çünkü başarmak zorundadırlar.

Tüm çirkinler başarılıdır diyemeyiz ama başarılıların oldukça büyük bir çoğunluğu çirkindir. Çirkinler kolayca reddedilir, sadece potansiyel ilişkiler özelinde değil herhangi bir iş, eğlence fikri de bir çirkin tarafından geldiğinde daha az sempatik bulunur. Bunu biz çirkinler dahil herkes yapar. Bir çirkin bile kendisine gelen herhangi bir teklifi değerlendirirken teklif sahibinin çirkinlik miktarından etkilenir. Bu teklifi kabul edip etmeyeceği seçiminde karşı tarafın çirkinliği ciddi rol oynar.

Çirkinliği tanımlamak gerekirse, genellikle göze hoş gelmeyen şey çirkindir deyip konuyu kapatabilecekken biraz lakırdı edeyim. Hani bebekler tanımadıkları yabancı insanların bazılarına kısa sürede alışıp onla gülüp oynarken, bazılarına bizzat azraili görmüş gibi tepki verir ya, işte bir bebeğin azrail görmüş gibi tepki verdiği kişiler büyük ihtimalle çirkindirler. "Bebekler çirkinliği nasıl tespit ediyor" diye sorup kendi kendimi biraz daha kuyuya çekmem gerekirse, simetri kelimesine sarılırım. Özellikle yüzdeki simetri ne kadar düzgünse biz insanlar o yüzü o kadar güzel (ya da en azından rahatsız etmeyici) olarak değerlendiriyoruz. Bebekler sosyal hayatta politik davranma meziyetleri henüz gelişmediğinden asimetrik yüz hatlarına sahip kişilere karşı hiç geciktirmeden azrail görmüş tepkisi sıkıyorlar. Benzer bir şekilde yaya yolunda polisler tarafından durdurulup GBT sorgusu yapılan kişiler de genellikle çirkindir.

Çirkinlik ve güzellik hakkında bu kadar lakırdı ederken şunu fark ettim, "Azrail" kelimesi çirkin bir imaj tahayyülüne sevk ediyor. Galiba ölüm korkusu ile çirkinlik yahut estetiklik arasında uzaktan yakından bir bağ var. Buna da birkaç yıl sonra değinirim.

Başarın çirkinler, dünya sayenizde güzel!


Çirkinler fikir geliştirmek, amaç edinmek zorundadırlar. Diğer türlü herhangi bir sosyal grup tarafından kabul edilmeleri güçtür. Güzeller hiçbir başarı kat etmeksizin kolayca ortamların aranan insanıdırlar. Bir akşam iş çıkışı eğlenmek istediğinizde ne tür insanları ararsınız? Ben ilk şart olarak komikliğe, ikinci olarak da ağzının laf yapmasına bakıyorum. Eğer bu eğlencenin ilerleyişinde duygusal yahut cinsel bir temas gelişme ihtimali varsa (karşı cinslerin katılıp katılmaması da benim kontrolümdeyse) ya çok akıllı karşı cinsler davet ederim (yazar burada sapyoseksüelizme göz kırpıyor) ya da çok güzel karşı cinsler.

Kendime bakıp tüm insanlık hakkında bir fikre sahip olacak olursam, insanlar kendini herhangi bir alanda kanıtlamamış kişilere ancak çok güzellerse katlanabiliyor. Ben bu huyumu ziyadesiyle terk etmek arzusundayım. Çok güzel de olsa bom boş bir insanla iletişimimi minimum seviyede tutmak gibi bir hedefim var.

Yine kendime daldım konudan saptım. Çirkinler reddedile reddedile daha zor reddedilecek fikirler bulurlar. Bu fikirlerle para (yahut varsa başka bir başarı ölçütü) kazanırlar. Kazançları onlara güzellerinkine yakın bir sosyal statü sağlar. Bu kazanç - statü ilişkisi uzun vadede gençlerin çirkinleri idol almasına sebep olur. Birini idol almak da çirkin gençlerin yapacağı bir şeydir. Güzel gençler zaten güzeldirler birini idol alıp bir amaç uğruna kazanımlar edinmek zorunda değildirler.

Hülasa böylece her yerde başarılı çirkinler görürüz. Çirkinler başarılıdır çünkü güzellerin böyle bir ödevi yoktur.

Alakasız not: 2020 yılının ilk yazısı oldu bu. Büyük bir kısmı uzun toplu taşıma maceraları sırasında vücut buldu. Nedense seyehatte gelişen bu gibi yazılar şahsımı 70 yaşındaki bir yazarın seçeceği kelimelerle izah etmeme yol açıyor. Bu hususu da gelecekte başka bir başlıkta sayıklarız artık.