Kaşlar çatık, gözler dik

Balkona çıktım
bir sandalye kurdum
evin tüm ışıklarını kapattım
düşündüm
biraz sesli
dedim ki
Ne güzel
Herkes herkesli!
Herkes herkes için bir şeyler yapıyor
Ben de herkes için bir şeyler yapıyorum
Ama kimse benim için bir şey yapmıyor
Kimse ben üzüldüm diye üzülmüyor gerçekten
Kimse ben sevindim diye sevinmiyor
Sanki herkes bir gün benim için çok şey yapacakmış gibi
bana karşı iyilik biriktiriyorlar
iyi gizliyorlar
o gün gelince toptan verecekler
o gün düğün günüm olabilir
ölüm günüm de

Bu balkondan sesleniyorum hepinize
lütfen evlen(e)meyeceğim ihtimalini de görün
ve nolur cesetimden daha çok sevin beni
bugün sevin
-bir hocadan duydum-
yarın ölebiliriz

...

Bir kız var, birlikte sinemaya gitmek istiyorum
ama arabam yok, evine bırakamam
-bu hiç romantik olmaz-
Evine girinceye kadar arkasından bakamam
-motor stop, el freni dik-

Oysa eşe dosta verdiğim borçlarla
klimalı araba alabilirim
herkese ne kadar iyilik etmişim
vadesi ne kadar geçmiş

...

Kız güzel, evi uzak
ayakları var
işi erken
sırtımda götüremem
sinemadan

Bu balkon şahittir
emindir
arkadaşlarımın
arkadaşlığından

Of canım sıkkındı
konuşasım tuttu
bunları yakın
-çakmak çakık, kağıtlar dik-




Nasıl peygamber oldum?

Biraz erken uyandığım sıradan bir gündü.

Bugün dost kabilelerden aramıza yeni katılan dört yabancıya Türkçe öğreteceğim, kendi kabilem Türkçe öğrendikleri için bana minnet duyuyorlar ve dost kabilelere benden söz ediyorlar. Hayatlarının kolaylaştığını düşünüyorlar, hatta bazıları içlerinde uyuyan şair ve yazarları uyandırdıklarını söylediler. Haftalık av maceramızdan yaralanmadan ve bereketle döndüğümüzde yaptığımız şükür danslarını daha planlı yapmaya başladık. Basit danslar, herkese küçük roller verilen müzikal bir gösteriye dönüştü herkes bu durumdan memnun, sadece tüketmekten değil artık üretmekten de haz alıyorlar. Artık bu danslı müzikli gösterilerimizde yeni yetme oğlanlara ava çıktıklarında neler yapmaları gerektiğini tiyatral bir şekilde öğretmiş oluyoruz.

Elbette arada atalarının geleneksel danslarını, ritüellerini değiştirmiş olmamızdan rahatsız olanlar da var Dabidab bunlardan biri. Size biraz kabilemi göstereyim.


En öndeki savaşçımız Dabidab, fazla muhafazakar oluşu dışında çok iyi biri. Kabiledeki kadınların neredeyse ona taptığını söyleyebilirim, çok seviyorlar. Kadınlarımız sadece Dabidab'a yirmidört çocuk vermişler. Elbette hepsi yaşama tutunamamış ama kadınlar Dabidab'ın savaşçılığını, koruyuculuğunu baki kılmak için ondan olan oğullarını azami dikkatle yetiştiriyorlar. Kendi gözlerinden bile sakınıyorlar. Bir yandan haklılar, Dabidab bir avda yara alır da ölürse kabileyi koruyacak başka askeri zeka ve güç yok. Dabidab başlarda beni hiç sevmedi, aralarına katılmamı en geç kabullenen kabile üyesi kendisi. Ama şu sıralar aramız iyi, Türkçe sözlükteki "Komutan" kelimesinin açıklamasını çok sevdi, kendisine komutan denmesini istiyor içten içe. Ben de avda benden bir iyilik istediğinde "Emredersiniz komutanım" diyorum, egosu tatmin oluyor.

Amazon'da av


Ava çıktığımızda elimizi güçlendiren bir diğer kabile üyemiz Vemve, fotoğrafta en sağda. Aramızdaki en yaşlı avcı, genellikle av birliğimize öncülük ediyor, görüntü ve kokuyla kendini kamufle etme yeteneği olağanüstü. Yaban geyiği avlamaya gideceğimizde önce nehirde yıkanıp insan kokularından arınıyor sonra kendine yaban geyiği kokuları sürüyor, rüzgarı karşısına alarak kokusunun geyiklere gitmesini epey engelliyor. Çok sessiz ve yavaş hareket ederek geyiklere onları bıçakla avlayacak kadar yaklaşabiliyor. Modern dünyada binlerce alet geliştirmiş olmamıza rağmen Vemve kadar yetenekli avcı çıkaramayız.

Fotoğraftaki diğer kişiler Dabidab'ın oğulları, en büyük oğul Kav, ev yapma ustası (soldan üçüncü) diğer oğullar asker gibi yetiştiriliyor, askeri eğitimlerden ve avlardan arta kalan zamanlarda abileri Kav'a yardım ediyorlar. Onların henüz isimleri yok.

Kendi müfredatı ve metotları olan bir öğretmen


Bana kabilede öğretici anlamına gelen Ruru ünvanıyla sesleniyorlar. Kabileme dil öğretirken (ister istemez) bazı insani ve sözde ahlaki değerler de öğretmiş oluyorum. Kabiledeki genç kadınlar öğreticiliğimden çok etkileniyorlar. Avdan döndüğümüzde kadınlarla zaman geçirip onlara avın nasıl geçtiğiyle ilgili şeyler anlatıyorum, gözleri parlıyor. Normalde kadınlara av ve savaşlar hakkında bilgi vermeyi doğru bulmuyorlar bu tabuyu yıkmış olduğum için kadınların gözünde değerliyim ama henüz kendilerini döllememe izin verecek kadar sevdiremedim kendimi. "Öğreticilik iyi hoş da kabilemize asker gerek" diye düşünüyorlar sanırım. Kadınların taktirini alabilmem için savaşlarda birkaç insan öldürmem gerekecek. Burada askerlik modern hayattaki gibi değil, savaşta öldürdüğün düşmanların kalbini çıkarıp güzelce temizleyip kutsal nehirde yaşayan etçil balıklara sunman gerekiyor. Şimdilik öğretmenlik iyi, asker olmayı yüreğim kaldırmıyor.

Ünüm bu sonsuz ormanlarda ağır ağır yayılmaya başladı. Diğer dost kabileler, kabilemizdeki dil devriminin sonuçlarından etkilenmiş olacaklar ki bana dil öğrenmeleri için öğrenci gönderiyorlar. Dört genç geldi bugün, ikisi kadın ikisi erkek. Henüz isim almamışlar. Belki ufuklarını genişleterek onları isim almaya layık yetişkinlere dönüştürebilirim. Derslerimde seslenmem kolay olsun diye onlara isim veriyorum. Kadınlara kalın seslilerden oluşan tek hece, erkeklere ince seslilerden oluşan tek hece. Bugünkü öğrencilerim Melac kabilesinden geldiler onlara Ra, La, Me ve El isimlerini verdim.

Aylar sonra Melaclı genç öğrencilerim epey yol katettiler. Onlara birer Türkçe sözlük hediye ettim. Bana mı öyle geliyor bilmiyorum kadınlar öğrenmekte daha iyiler, erkeklerin kolayca dikkatleri dağılıyor. Başka şeylerle ilgilenmeye başlıyorlar. La, beni çok şaşırtan bir soru sordu sözlükteki 'Ayıp' kelimesinin izini sürerek utanmayı merak etmiş, modern dünyada insanlar nelerden utanırlar diye sordu.

Modern dünyada utanmayı fazla abarttığımızı düşündüğümü itiraf ettim. Örneğin (çok çeşitli) giyinmek fazlaca kıyafet satışına hizmet eden öğrenilmiş utançlarımızdan biri dedim. Siz ormanda yaşıyor olmanıza rağmen sadece üreme organlarınızı kapatan kıyafetler tasarlıyorsunuz, memeleriniz açıkta, modern dünyada bu utanç duyma nedenidir. Elbette sapıkların ilgisini çekmemek için de kapatıyorlar ama mesela sizin memeleriniz açıkta diye hiçbir zaman taciz ya da tecavüze uğramıyorsunuz. İzniniz olmadan kimse size dokunamıyor. Modern toplumda çok fazla ahlak, utanç kriteri olmasına rağmen çok sayıda tecavüz ve cinayet yaşanıyor.

Beni dikkatle dinleyen La, söylediklerimi çok normal karşıladı adeta modern yaşamı görmüş gibiydi. Yarım Türkçesiyle "Modern dünya, insanları daha çok yozlaştırmış" dedi. "Hay ağzını öpeyim" dedim. "Sapık" dedi, gülüştük.

Feminist bir rüyaya doğru


Size biraz kabilemizdeki cinsiyet egemenliğinden söz edeyim. Her ne kadar modern dünyadaki gibi fiziksel güç bakımından erkekler daha üstün olsa da ormanda hangi erkeğin genlerini geleceğe taşıyacağına kadınlar karar veriyorlar. Evlilik gibi törenler yok. Kadınlar o yıl kabileye ne tür insanlara ihtiyaç varsa o türden erkeklerle çiftleşiyorlar. Örneğin iki yıl önce düşman kabileler çok ciddi saldılar düzenleyip kabilenin yarısını katletmişler. Bu nedenle kadınlar askeri yeteneği olan erkeklerle ve ev yapmaya yatkın erkeklerle çiftleşiyorlar. Genellikle tüm kabile kadınları en fazla beş farklı erkek tarafından dölleniyor. Çoğunlukta kalan diğer zayıf erkeklerin döllemesine izin verilmiyor, zayıf erkeklerle sadece korunmalı seks yapıyorlar. Böylece zayıf erkekler artan testosteronlarıyla saldırganlaşmıyorlar.

Bir diğer kız öğrencim Ra, ona verdiğim ismin manasını merak ettiği için olsa gerek sürekli tanrı hakkında sorular soruyor ve öğrendikçe büyüleniyor. Ormanda kabileler doğaya tapıyorlar, ağaçlara, balıklara falan dua ediyorlar. Ra'nın modern dünyadaki görünmez tanrılar hakkında kafası çok karışmış. Türkçe sözlükte yanıt bulamadığı yığınla dini soruyu not alıp derslerime geldikçe beni bombardımana tutuyor.

Tanrı kaç yaşında, nerede, yağmuru o mu yağdırıyor, rüzgar onun eli mi, sizinle konuşuyor mu... Bu soruların tamamına yanıt veremem çünkü benim de bilmediklerim var. Ama tanrı birkaç bin yılda bir bizimle peygamberler aracılığıyla konuşur. Peygamberler bize ilahi yasaları ve yasakları aktarır biz de bu yasa ve yasaklardan sorumlu tutuluruz dedim.

Peygamberler bizim gibi midir yoksa bir tür hayvan mıdır dedi. "Bizim gibi insanlardır İsa istisnasını saymazsak, tıpkı bizim gibi anne ve babadan olurlar. Zaten doğar doğmaz peygamber olduklarını bilmezler ilerleyen yaşlarda tanrı peygamberle iletişime geçer" dedim.

Aaa sen peygambersin! dedi.

Saftirik. Bu orman insanlarını kandırmak çok kolay, evet peygamberim desem birkaç haftaya tüm kabileye her istediğimi yaptırabilirim. Tüm kadınları dölleyebilirim, tüm avların en güzel etlerini yiyebilirim, en yüksek evi kendime yaptırabilirim...

Ra'yı kibarca reddettim, hayır peygamber değilim, sadece modern dünyadan bıkmış ve yeni bir dünyanın mümkün olduğuna inanmış bahtsız bir bedeviyim. Neyse ki sizinki gibi adapte olunması mümkün bir kabileye rastladım. Aksi taktirde dünyaya olan inancım onarılamaz düzeyde sarsılacaktı. Dedim. Ra, "Yine de o kadar emin olma birkaç yıl sonra tanrı senle konuşup seni peygamber ilan edebilir" dedi. Gülüştük.

Sarsıcı bir öğreti


Gülüşmelerimiz avdan dönen Dabidab'ın kulağına gitmiş olacak ki, yanımıza geldi biraz aşağılarcasına bana seslendi "Ruru! yüzme bilmediğin doğru mu?" dedi.

"Evet komutanım" dedim. "Kabilemizde yüzme bilmemek asla kabul edilemez. Sana kutsal nehirde yüzme öğreteceğiz hazırlan" dedi.

Korkuyla karışık sevindim. Herkesin özgürce yüzdüğü kutsal nehire henüz ayağımı bile sokmamıştım, etçil balıklardan çok korkuyordum. Tüm kabile bilhassa kadınlar olağanüstü hızla nehir kenarında toplanmışlar vereceğim mücadeleyi gösteri bekler gibi heyecanla bekliyorlar. Dabidab omzumdan tutarak konuşma yapmaya başladı. "Ruru'ya bize öğrettikleri için minnettarız ama yüzme bilmemek kabul edilemez bir eksiklik. Bugün Ruru'yu yüzme ustası yapana kadar dinlendirmeyeceğiz..." derken beni, inşaatı henüz tamamlanmamış köprüden nehrin derin sularına itti. Ölüyorum sandım.

Heyecan ve korku içinde uyandım, ağzımın kenarından salyalar akmıştı. Ne karmaşık bir rüyaydı, normalde rüyalara zerrece anlam yüklemem ama bu rüya bir başkaydı. Keşke bunu anlatıp yorumunu alacağım biri olsa diye içimden geçirerek kahvaltı yaptım, dışarı çıktım. Kaldırımda yürürken Freud'un baca temizleme kliniği tabelasını gördüm. Aman yarabbim Freud yaşıyordu ve kliniğinin kapısında "Açık" yazıyordu. Heyecandan elim ayağım titredi. Koşar adım içeri girdim. Şuh bir kadın kağıtları karıştırıyordu sekreter olmalıydı, bir süre ayakta onu izledikten sonra sordum. Merhabalar, hekim bey müsait mi?

"Şu an'da bir danışan var, o çıktığında sizinle ilgilenir"

"Uzun sürer mi, işe dönmem gerekecek de"

"Danışanlar arka kapıdan çıkarlar, Freud, danışanı hakkında notlarını tutar ve masasındaki düğmeye basar, kapıdaki şu siyah bölüm yeşile dönüşür, işte o zaman sizi kabul edebilir."

"Pekala çok teşekkür ederim" diyerek sekreteri rahatça görebileceğim bir yere oturdum. Benle pek ilgili davranmıyordu ama sohbet etmek istiyordum. "Bu arada ben Safa" dedim. İsmi Clotilda'ymış. Sessizce söyledi, kağıtlardan kafasını kaldırmadan.

Güzel bir kadın uğruna yapılabileceklerin ölçüsüzlüğünde kaybolmak


Tacizci gibi algılanmak pahasına (sonuçta Freud'un kliniğindeyiz ne kadar tehditkar görünebilirim ki) ısrarla sohbet açmaya çalıştım.

-Freud ile çalışmak zor mu?
-Zaman zaman
-Ne tür sorular soruyor danışanlarına?
-Sorularını belli bir kalıba oturtmadı henüz, kişinin anlattıklarına göre soruyor
-Sizin üzerinizde deney yaptı mı?
-(İlk kez gülümsedi biraz) Yapmıştır herhalde
-Kesinlikle yapmıştır (Gülümsedim)

Almanca birkaç gazeteyi karıştırdım, küçük vesikaları inceledim, kısa bir süre suskunluktan sonra. Yine çenem açıldı.

-Clotilda, rahatsız ediyorum ama tiyatroya gider misin?
-Pek sık değil
-Gazetede iki hafta sonra Fransa'dan büyük bir tiyatro ekibinin geleceği yazıyor, ilgini çeker mi?
-Açıkçası ruh bilimiyle ilgilenmeye başladığımdan beri tiyatro bir oyundan ziyade işe dönüştü benim için
-Oyunun alt metinlerini okumaya çalışıyorsundur herhalde
-Evet, oyunun altındaki ruhsal dürtüleri, oyuncunun role kattığı yeni yorumları falan irdelerken oyunun tadını kaçırıyorum
-Anlıyorum, bence o kadar da kötü bir durum değil bu
-Belki de
-Buradan çıkınca ofisime giderken postanenin önünden geçeceğim, iki bilet alsam bana eşlik eder misin?
-Şimdilik söz veremem programımda ani değişiklikler olabiliyor ancak birkaç gün sonra kesin bir şey söylerim
-Bu cevabı evet olarak kabul ediyorum. (Gülüştük)

Bir dehanın aklına çocuksu bir coşkuyla misafir olmak


Bu esnada kliniğin kapısındaki siyah bölme yeşile döndü. Bu, sıranın bende olduğu anlamına geliyor, küçük bir kalp çarpıntısı oldu, heyecanlandım sanırım. Ayağa kalktım, kibar bir beyefendinin yapması gerektiği gibi Clotilda'nın elini öptüm ve onunla tanışmaktan onur duyduğumu belirttim, birkaç gün sonra yine rahatsız edeceğimi bildirerek Freud'un odasına girdim. Ne meleksi bir duruşa sahipti Clotilda, rüyalara girecek cinsten.

Freud'un odası düşlediğimden çok daha basit, sade ve şıktı. Freud'un göz ucuyla odaya girişimi, kapıyı kapatışımı süzdüğünü hissediyordum, sanki çok dikkatli bir avcının av sahasına girmişim gibiydi. Ama bu bana rahatsızlıktan çok güven verdi. 'Ruhum emin ellerde' diye düşündüm. Kendimi tanıtarak başladım.

-Merhaba efendim, ben Safa, çağdaş sanatlara ilgiliyim, birazcık da yazarlık yapıyorum
-Hoş geldiniz, Türk aksanınız var
-Evet efendim
-Pir Mozart sayesinde Türkler hakkında fikir sahibi olduk, belki yine Mozart sayesinde Türkler Avrupa'yı soğuk bulmayı bıraktı ve keşfe değer kabul ettiler
-Gözlemlerinizin isabet oranı takdire şayan, katılmamak ukalalık olacak
-Teşekkür ederim, umarım sohbetimiz de belirttiğiniz kadar isabetli olur

Freud beklediğimden çok daha konuşkandı. Bu beni daha çok tatmin ediyordu. Ama bir yandan da kırıcı olmadan 'Hadi artık derdini anlatmaya başla' demek istemişti sanırım.

-Efendim bir makalenizde rüyalarımızdan karakterimizle ilgili fazla belirgin olmayan detayları anlamamızın mümkün olduğundan söz etmiştiniz, oldukça sıra dışı bir rüyamı size sunmak istedim
-Umarım tatmin edici bir sonuç alırız, ne zaman isterseniz rüyanızı anlatmaya başlayabilirsiniz

Küçük bir öksürükle boğazımı temizleyip, önümde duran sehpadaki sudan bardağa doldurdum ve bir yudum aldıktan sonra Freud'un yoğun bir biçimde notlar yazdığını görmezden gelip anlatmaya başladım. Amazon ormanlarından, kabilelere öğretmenlik yaptığımdan, Dabidab'ın yetenekli oğullarından, Vemve'nin ustaca avcılığından, Dabidab'ın yüzme öğreten Türk babalara ilham olabileceğine kadar her detayı anlattım. Freud not almayı bıraktı. Arkasına yaslandı ve şaşırtıcı bir soru sordu.

-Clotilda'ya çıkma teklif ettiniz mi?
-... A evet
-Akşam yemeği mi?
-Hayır Fransa'dan görkemli bir tiyatro ekibi geliyormuş, bekleme salonundaki gazeteden gözüme çarptı. O tiyatroya birlikte gitmeyi teklif ettim
-Pekala

Ama nasıl olur?


Ağır ağır notlarını gözden geçiriyor, bir kitabı karıştırıp bakıyordu. Bir süre her şeyi bıraktı ve kendinden emin bir şekilde arkasına yaslandı. Gözlerini bana dikti. Sanırım bir sonuca varmıştı.

-Galiba bir teşhis koydunuz
-Evet bay Safa, sizde Peygamber Kompleksi var

Beklediğimden çok kesin ve keskin bir teşhis olmuştu

-Efendim tespitinizi sorguladığımı düşünmeyin lütfen ama bu kompleks Kudüs Sendromu gibi bir şey mi?
-Bu ikisinin birbiriyle uzaktan ilişkisi var ancak sizdeki dışarıdan bakıldığında daha az gözlemlenen bir şey, Tanrı Kompleksine de benziyor ama daha çok (biraz gülümseyerek) ruhunuz, tanrıdan büyükçe bir parça taşıdığına fazlasıyla emin, bunun getirdiği yüksek özgüven ve cüretkarlık var, şayet dozunu kaçırmazsanız hayatınızı zorlaştıracağını düşünmüyorum ama dilerseniz rüyalarınızı not tutup ara sıra kliniğime getirebilirsiniz, benim olmadığım zamanlarda Clotilda'ya bırakabilirsiniz, fırsat buldukça okur yeni tespitlerimi size iletirim
-Minnet duyarım efendim sizinle sohbet etmek çok keyifliydi, umarım tekrar görüşürüz

Tokalaştıktan sonra Clotilda'ya doğru gidecektim ki, Freud beni uyardı.

-Bay Safa, çıkış bu tarafta, böylece bekleme salonundakilerle müstakbel danışanlarım birbirlerini görmüyorlar
-(Gülümsedim) Ne kadar ince bir düşünce, bir an unutmuşum, iyi çalışmalar dilerim

Gitmeden önce Clotilda'yı görsem çok daha iyi olacaktı. Neyse ki Freud'dan rüyalarımı yazıya döküp Clotilda'ya teslim etme ve böylece onu tekrar görme ehliyeti almıştım.

Klinikten üst caddeye çıktım. Postanenin alt caddede kaldığını hatırlayıp kısa bir yürüyüşten sonra ara sokaktan postane caddesine indim. Postaneden tiyatroya iki kişilik rezervasyon yaptırdım. Güne güzel başlamıştım. Gülümseyerek ve herkese iyi çalışmalar dileyerek postaneden ayrıldım.

Tam kapıdan caddeye çıktığımda arka arkaya atlı posta arabaları geliyordu. Sanırım yolda eşkiyaların saldırılarına uğramışlardı ve atlar huysuzdu. Hızlıca uzaklaşmak için yolun karşısına geçmek istedim ancak adeta atlar beni düşman olarak algılayıp üzerime çullandılar can havliyle kaçarken karşıdan gelen bir başka at arabasının hedefi oldum.

Uyanın arkadaşlar


Korku içinde uyandım. Aman yarabbim ne tuhaf bir geceydi. Rüya içinde rüya görmüştüm, uyurken bedenim dinlenmiş olabilir ama aklım fazlasıyla yorulmuştu. Amazon Ormanları, Freud, Peygamberlik, At arabaları... bir araya gelmesi hayli güç yığınla şeyi aynı potada eritmek oldukça yorucuydu sanırım. Telefona uzandım, saat dokuzdu bir an işe geç kaldım korkusundan sonra yıllık izinde olduğumu hatırladım izinde olduğumu hatırlamak tatsız rüyaları unutmama yetti. Anneannemde, köyde uyanmak ne güzel. Her şey ne kadar şefkatli bu evde, bu köyde insan ne kadar korunaklı hissediyor.

Yüzümü yıkayıp toprak evden çıktım, herkes çoktan uyanmış kahvaltılarını yapmışlar. Tarlanın başında teyzemler ilişkiler hakkında, eniştelerimse silahlar hakkında konuşuyorlar. Uyandığımı fark eden anneannem küçük teyzemi kahvaltı hazırlamaya gönderdi. Bir yerde "İnsan şefkatli bir hayvandır" denmişti pek ikna olmamıştım ama anneanne diye bir şey var.

Eniştelerim biraz ileriye silahları denemeye gittiklerini söyleyerek tarla başından ayrıldılar. "Kahvaltını yapınca sen de gel" dediler. Teyzemlere ve anneanneme rüya içinde gördüğüm rüyaları anlatmaya başladım. Sürekli bölerek türlü tuhaf çıkarımlar yaptılar. Amazon ormanlarındaki çıplak kadınları evlilik kurumunu katiyen gereksiz bulduğum için görmüşüm falan. Anneannem sağ olsun 'Benim oğlum ne yaptığını iyi bilir ne zaman evlenmek isterse o zaman evlenir size ne?! Erken yaşta evlenip de bir amı sidikliyi başına bela mı etsin' diye arka çıktı bana. Başta uyarmalıydım sanırım ama af edersiniz anneannemin ağzı bozuktur biraz.

Anneannemler tıpkı Amazon Ormanlarındaki ilkel kabilelerdeki gibi anaerkil bir ailede yetişmişler, biliyoruz ki dünyadaki bütün kararları kadınlar almıştır, erkekler ikna olmak için yaratılmışlardır ama anneannemlerin köyündeki anaerkil hayat çok daha farklı. Erkeklerin kahvehanede akşama kadar lak lak yapmasına asla izin verilmemiş. Erkek de çalışıyor kadın da. Evlatlar evleneceği insanlara karar verebiliyor. Görücü usulü çoktan kalkmış bu köyde. Yılda birkaç kez meydanda düzenlenen şenliklerde bekar erkek ve kadınlar toplanıp eğleniyorlar, birbirlerini tanıyorlar. Uyumlu olanlar evlenme kararı alıyorlar, dolayısıyla hayatın oldukça önemli parçalarını oluşturan evlilik, oldu-bittiye getirilmiyor.

Teyzemler rüyamı fazla anlaşılmaz buldular, 'Kıçın açıkta kalmış' klişesi de arkamızdan ağlamayacak. Doğal peynirli, sütlü, yumurtalı kahvaltımı yaptıktan sonra bir bardak çay alıp içerek eniştelerimin yanına gittim. İncir toplayıp yiyorlardı. Küçük enişte de heyecanla hedef dikip vuruyordu. Oldum olası silahla, sapanla aram iyidir canlı vurmayı sevmem ama hedef dikip vurmayı, bu oyunun getirdiği rekabeti severim. Birkaç el de ben atış yaptım. Rüyalardan söz etmek geldi aklıma ama enişteler bu tip konulara fazla alaycı yaklaşırlar, anlatmadım. Havadan sudan konuştuk. Kuzenim askerliği yedinci yılında sözleşmeyi yenilemeyecekmiş dönüp iş kuracakmış. İnşaata falan girmeyi düşünüyorlar, zaten eniştem yıllardır söyler durur 'Para inşaat işinde boşuna hamallık yapıyoruz biz' hak vermeye başladım. Anlattığına göre yirmi bin liraya mal ettikleri binaları yüz seksen bin liraya satıyorlarmış.

Telefonum çalıyordu ama içimden bakmak gelmiyordu, işten arayıp beceremedikleri bir şeyleri soracaklardır kesin. Eniştelere karşı 'Yıllık izinde bile rahat bırakmıyorlar amına koyim' falan dedim. Onlar da yine de bak nolur nolmaz dediler. Israrla çalmaya devam edince bakayım dedim. Arayan ilkokul arkadaşlarımdan biriydi açmaya yeltendim ama telefonun dokunmatiği zarar görmüş gibiydi aramaya yanıt veremiyordum, tüm çabalarıma rağmen açılmıyordu, derken uyandım. Gerçekten telefonum çalıyormuş baktım yakında evlenecek kuzenim arıyor. Düğününün fotoğraf video işlerini üstlenmiştim. Açtım, kuaför ve düğün mekanı kesinleşmiş elemanları ona göre bilgilendirelim falan dedi. Tamam dedim 'Şampiyon kasma her şey çok güzel olacak.' Kapattım telefonu acayip sıkışmışım bir koşu işedim. İşerken bu ne ilginç rüya silsilesiydi be diye söylendim.

Acaba gerçekten peygamber kompleksi var mı bende diye düşündüm tuvaletten çıkarken. Rüyalara zerrece inanmam.

Keşke anneannem ben onu görmeden ölmeseydi.

(Fotoğrafın kaynağı, gaiadergi.com)




Yayınlanmamış bir kitapta da yazdığı gibi...

Biraz Ferdi'den söz etmek gerek, kendine has bir ferd Ferdi, dostlarına der ki, "Sağ iken çok şey gördüm, beni yüzüstü gömün" Hakan Günday kitapları okur, senaryolarını, şahsiyetini sever. Woody Allen filmleri izler, üzerine düşünür, tartışır...

Dolu dolu yaşamış hayatını, çok güzel kadınlarla sevişmiş, çok cesur adamlarla savaşmış. Savaş çok değiştirdi onu. Der ki "Savaşa gitmeseydim bu kitapları yazmazdım. Keşke yazmasaydım."

En çok yayınlanmayan kitabı 'Bir orospuya yazılmış şiirler'i birlikte tasarladık. Sağ olsun ressam arkadaşımız Nicel çizimlerini yaptı. Yayınevleri yetişkinlere yönelik rafına bile uygun görmedi kitabı. Yetişkinlere bile fazlaydı savaş, seks...

Kitabın 'demo' kaydını internette yayınladık. Birçok yazar, eserinin PDF olarak yayınlanmasına göz yummaz, içi kan ağlar ama Ferdi burada da ileri görüşlülüğünü konuşturdu, egosunu susturdu. Dedi ki "Okunsun da gerekirse tuvalet kağıdından okunsun"

Okunmadı.



Demo kayda eklemediğimiz bir metinden cımbızla seçtiğim birkaç satırı paylaşmak istedim, Ferdi belki de farkında olmadan kadınların ilişkilerden umduklarıyla ilgili ilginç çıkarımlar yapmış.
"...Nedense romantizmden arınmam kadınların bana olan ilgisini artırdı. Savaştan döndüğümde mesela artık kadınlardan hoşlanmıyordum yalnızca onları sikiyordum. Ve bu onları her zamankinden daha çok tatmin ediyordu.

... 

Bir şeyin bu denli ulaşılabilir olması, alınan zevki yavanlaştırıyor. Kadınlar olmadan bedenimdeki zehri atmanın bir yolu olsa onları kullanmayı bırakırım.

... 

Yüreğimin bir kadın için yaralı kuş gibi çırpındığı zamanları özlüyorum. Sanırım savaş, kalanları da böyle öldürüyor.

... 

Savaş, baba olma arzumu sildi. Hele ki bir oğul sahibi olmak ancak dünyanın mutlak barışa ulaştığı gün katlanılabilir bir dert.

... 

Öldürdüğüm adamlar ancak çıplak bir kadının yanındayken aklımı rahat bırakıyor.
Ne zaman bir kadına sarılsam sanki o adamlar kafatasımın içinden birkaç saatliğine kaçıveriyor. Belki de sadece annesiz büyümemle ilgilidir.

... 

Ben hiç çiğ süt emmedim..."





Herkes ölür ama çok az kişi yaşamıştır

Çık...
bir yerlerden bir yerlere,
raydan çıkmak pahasına
konfora tapmayı bırak...

Sürün-
mek
pahasına

sürü-
den
ayrıl


bir-
ey
ol!






Kendinden kendine kaçanlar: Karavanla Dünya'yı gezen Türk Çift

Karavanda, yolda yaşamak hemen herkesin hayatının bir dönemi düşlediği ama çok az insanın yapmayı cesaret ettiği bir şey. Yeşim ile Özkan çifti, önce Türkiye'de "Elalemin" pek hoş görmediği minimalizmi hayatlarına uyguladılar sonra da minimalistliklerini koruyarak Dünya'yı gezmeye koyuldular. Elalemin saçmalıklarını umursamayışları bile tek başına takdire şayan iken yeni yaşam biçimleri hakkında bilgilendirici ve ister istemez (aramızdaki pasif gezginleri) yüreklendirici videolar yayınlamaları onlara olan saygımı arşa ulaştırdı. İyi ki varsınız Kara ailesi :)

Bu tatlı çift öyle avrupai-hippi değil, bizim mahallenin insanlarından tek farkları Dünya'yı gezme ideallerini gerçekleştirmek için somut adım atmış olmaları. Oldukça içten, bizden ve yerliler. Hiç asimile olacak gibi bir halleri yok, bulundukları yerlere uyum sağlıyorlar ama özbenliklerinden hiçbir şey kaybetmiyorlar.



Geçen haftalarda yayınladıkları videolarında araçlarının büyük bir arıza yaptığını düşünerek çok üzüldüler ama neyse ki ciddi bir arıza değilmiş, tekrar yol alma iştahları kabardı :) Oto tamircide Özkan arızanın o kadar da önemli bir şey olmadığını açıklarken çiftle birlikte biz de derin bir oh çektik :)

Bu tatlı çiftin gezilerini YouTube kanallarından ve bloglarından takip edebilirsiniz.





Bir depresyon pompası olarak Instagram

"Herkes çok mutlu, bir de benim hayatıma bak..."

Sosyal medyanın icadı, insanın kalıplara uymaya ne kadar yatkın olduğunu görmemizi sağladı. Gerçekten insanın en temel motivasyonu başkaları. "Başkaları hakkımda şöyle düşünsün, böyle konuşsun, kıskansın, imrensin, gıpta etsin ve hatta yersin, nefret etsin ama yeter ki birilerinin masada konuştuğu isim olayım."

Özellikle modern insanın temel yaşam motivasyonu bu. İnsanlar ne zaman kariyer yapacaklarına, ne zaman evleneceklerine, ne zaman kaç tane doğuracaklarına, hangi şehirde yaşayacaklarına, yazları hangi şehirlerde tatil yapacaklarına diğer insanların (gizli) dikteleri etkisinde karar veriyorlar.



Keşke sadece sürüler sürüklense


Reklam sektörü insanın bu koşullanışından yararlanır, "Herkes bu arabayı almayı hayal ediyor, sen hala kararsız mısın!?" diye sorar reklamlar. Reklamlar potansiyel tüketiciyi başkaları üzerinden koşullandırır. Dolayısıyla "Ben ekranda gördüğüm reklamlardan etkilenmiyorum" savı geçersizdir. Herkes reklamlardan zehirlenir, mutlaka yapacaklarını etkiler. Elalemi, başkalarını umursamayanlar hariç. Reklam sektörü elalemi umursayan insanları koşullandırdıkça, halk arasındaki birbirini tesir altında bırakma oranı da arttı. Kültür küreselleşmesi belki de böyle yayılıyor. "Tüm Amerika bu cipsi yiyor" deyince insanın ilgisini çekiyor. Örneğimdeki cipsi diğer şeylerle değiştirebiliriz. Gelinlik, parfüm, kozmetik, kol saati... Reklam sektörü büyük ihtimalle planlamadığı bir şeye neden oldu. Artık insanlar da reklam diliyle konuşuyor, reklamcı gözüyle bakıyor ve sürekli olarak bir şeyleri popülerleştirip diğer şeyleri tükürüyor.

Tüm sosyal medya araçları genellikle erken gençlere hitap ediyor. Böyle olunca sosyal medyanın işleyişine de erken gençler yön veriyor. Erken gençlerin yahut ergenlerin en belirgin ruhsal özellikleri kendilerini bir zümreye ait hissetme arzularıdır. Hal böyle olunca yeni çıkan (yahut yayılan) bir sosyal medyanın ilk 'trendleri' neyse sosyal medyanın tarzı öyle kalıyor. Çünkü ergenler yeni keşfettikleri bu gruba ait olmak istiyorlarsa o grubun şimdiye kadar davrandığı gibi davranıyor.

Hüzünlüler dışarı!


Tüm bunların ışığında Instagram, sahte mutluluklar deposu gibi bir şeye dönüştü. Instagram'da herkes çok mutlu, umutlu, güler yüzlü, memnun... İki arkadaşım bir geziye çıktılar, geziden döndüklerinde Twitter profillerinden gezinin can sıkıcı detayları görüyordum, yoksulluk nedeniyle küçücük çocukların yakıcı güneş altında saatlerce çalıştıklarını görüyordum, aynı arkadaşlarımın Instagram profillerinde ise her şey güllük gülistanlıktı. Artık insanlar aynı anda Twitter'da duyarlıyken Instagram'da vur patlasın çal oynasın olmayı öğrendiler. Buna mecbur hissediyorlar. Çünkü Instagram mutluluklar arşivi olmak zorunda!

Şimdi sakin ol ve o Instagram'ı kapat


Instagram'a girip 5 dakika takılınca herkesin ne kadar mutlu olduğu gözümüze, kulağımıza batıyor. Yüzeysel bakınca o hayatlara imrenmemek elde değil ama derinlemesine bakınca biliyoruz ki o arkadaşlar o tatillere kredi çekerek gidiyorlar... Peki bunun nasıl bir toplumsal zararı var? Nasıl depresyon pompalıyor? diyeceksiniz. Şöyle ki, insanların canları sıkkınken genellikle yüzeysel bakarlar, yalanlara inanmaya daha yatkındırlar. Instagram'ın bu aldatıcı yanına kapılıp can sıkıntılarına can sıkıntıları katabilirler. "Bak herkes ne kadar mutlu ben hep mutsuzum" gibi yanlış bir çıkarımla yüzleşirler. Hüzünlerine hüzün eklenir, depresifleşirler.


Bir blog yazısıyla tüm Instagram'ın kullanılış şeklini değiştiremeyeceğimi biliyorum ama en azından blogumu okuyan arkadaşlarıma şunu kazandırabilirim, eğer Instagram'da gördüğünüz sahte mutluluklara bakıp kendi hayatınıza dair acımasız eleştiriler yapıyorsanız hiç değilse canınızın sıkkın olduğu zamanlarda Instagram'a bakmayın. İlla bakacaksanız derinlemesine bakın, o sahte mutlulukların, gülüşlerin, sevişmelerin arkasındaki gerçek hüznü görün.




Türk Erkeklerinin MGTOW farkındalığı, yükselen Deizm ve zavallı kadınlar

MGTOW, Men going their own way, yani Erkekler artık kendi yolunu seçiyor.

Elalem out Trendler in!


Dünyayı (Çoğunlukla tahrip etmek pahasına) insan şekillendiriyor insanları ise 'trendler' şekillendiriyor. Elalemin yeni adı trendler, "Bak şu t-shirtler trend, bence bunu alalım" cümlesi hayatımıza bugün girmedi, önceden şu şekildeydi, "Aman elalem ne der kış günü beyaz mı giyilirmiş"

Teknolojinin gelişimi, fotoğraf makinasının icadı bize şu cümleyi kurdurttu, "Aa bu kesim şekli 70'lerde de modaymış..." Modanın suni bir şey olduğunu gözümüzle gördük. Deyişler ve davranışlar da tıpkı moda gibi dönüp dolaşıp kendini tekrarlıyor, teknolojinin gelişimi, bireysel iletişimin azalıp küresel iletişimin artması bunun ölçeğini büyüttü. Artık yerel modaları Nişantaşı Stilistleri değil Parisli, Kievli moda bloggerları belirliyor. Elalem ne giyeceğimize eskisi kadar karışmıyor olsa da elalem otoritesinin yerini başka bir şey aldı. Modanın suni olduğunu anlamamız modayı öldürmedi, dönüştürdü.

Başıma bir iş gelmeyecekse bu Crop-Top olayını ben sevdim.

Kızlar :(


Küresel iletişimin artması elbette dönüşüp duran geleneklerin bazılarının can suyunu kuruttu, bazı gelenekler artık eskisi kadar kabul görmüyor, erkekler başta olmak üzere birçok insan evlilik hakkında 50 yıl öncekinden farklı düşünüyor. MGTOW (Erkekler kendi yolunu seçiyor) diye bir felsefe var. Bu felsefe kadınları elde etmenin yahut evliliğin erkeği köleleştirdiğini düşünen erkekleri bir çatı altında topladı. Antik feminizm, kadınları gerçekten ihya edecek bir formül geliştirmiş. Erkek çalışır, devasa erkek nüfusu arasında kendini beğendirecek, öne çıkartacak pozitif yönler geliştirir. Nihayet bir kadın tarafından fark edilir ve artık o kadına ve doğuracağı çocuğa çalışmaya başlar. Kadının çıkarı kalmayıncaya kadar ilişki/evlilik devam eder. Elbette erkek yüklü miktar tazminat ve nafaka ödemeye başlar yani artık kocası değildir ama hala finanse eder. Bu cümleler feministleri çok kızdıracak ama biraz düşünmeye davet ediyorum. Bir ilişkinin gerçekleşebilmesi için son kararı kim veriyor gerçekten? Erkek mi? Aynı şekilde bir ilişkinin mahkeme konusuna dönüşmesine kim karar veriyor? Bir erkek gerçekten çok çaba göstererek kadının fikrini değiştirebilir mi, evlenme ya da boşanma konusunda?

Ayıkan ayıkmayanı ayıktırsın beyler


MGTOW çok kapsamlı bir felsefe olsa da kısaca duygusal, cinsel ve maddi yönden sömürülmekten bezmiş erkeklerin 'Yalnız yaşarım param bana kalır, oyuncaklarımı alır eğlenirim, cinsel ihtiyaçlarım için seks işçilerini tercih ederim' farkındalığının yayılması sonucu oluşmuş bir akım. MGTOW hakkında daha detaylı bilgi için ekşi sözlük başlığını okuyabilirsiniz, zamanınız varsa şu yazı oldukça geniş kapsamlı bir şekilde fikir sahibi olmanızı sağlar.

Zavallı kadınlar artık zavallı olduklarına eskisi kadar inandıramıyorlar, evde yapılacak en küçük değişiklikten bu yaz tatile nereye gidileceğine kadar kadın karar veriyor. Kaç çocuk yapılacağına, ayda kaç kez sevişileceğine, erkeğin yıllık izni ne zaman kullanacağına, Instagram'da hangi fotoğrafı paylaşacağına... her şeye kadın karar veriyor. Erkek bir nevi gönüllü kölelik yapıyor. Peki karşılığında ne alıyor? Ayda 4 kez formalitif seks mi?

Tüm bunlara rağmen ekranlarda, sokaklarda sürekli "kadınlara yapılan zulüm son bulsun" çağrıları var. Gidip hıyarın tekiyle evlenen kadınlar hariç diğer kadınların zulme falan uğradığı yok, nafakasını alıp keyfine bakıyorlar. Asıl zulüm erkeklere yapılıyor. Neredeyse bütün evli erkekler mutsuz ama ödemeleri gereken borçları ve yapmaları gereken işleri olduğu için mutsuz olduklarını anlayacak zamanları yok.

Din-Kültür


Ülkemizde son zamanlarda artan diğer 'trend' devletin dahi gözlemleyip dillendirdiği bir din, Deizm. Hakkında çok okumadım ama bildiğim kadarıyla 'Allah var ama bizi sınamıyor, cehennemde yakmayacak, cennette sonsuza dek sefa sürdürtmeyecek' gibi bir şey. Kahramanmaraş'ta yaşıyor olmama rağmen ailemde ve arkadaşlarım arasında son zamanlarda Deizmin arttığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ülkemizdeki politik baskılar, sadece belli bir zümrenin kolayca 'başarılı' kariyer sahibi olurken, ihya olurken diğer zümrelerin sürekli olarak sindirilmesi, sindirilen kitlenin alternatif akımlar arayışına neden oluyor. Deizm'in bu şekilde arttığını düşünüyorum. İmam Hatip'te okuyan yığınla genç artık İslam'a inanmıyor.

Dünya değişiyor, dünya hep değişecek.




24 Haziran: Ülke elden gider mi?

Ülkemi seçim atmosferindeyken sev(e)miyorum, kutuplaşmalar artıyor, aynı hanede bile insanlar birbirini kırıyor. Ne için? x partisi, y partisi için.

Ön bilgi: Beni iyi tanıyanlar "politika tanımaz" sınıfında görür, biraz tanıyanlar "sosyalist" olarak görür. Aslında ben tüm ideolojilerden, camialardan, cemaatlerden, partilerden nefret ederim.

Değer mi, insanın insanı x partisi ya da z kişisi için kırması? Bütün fanatik seçmenlerin düşündüğünün aksine, hiçbir siyasi parti ülkemizi kökten iflasa götüremez ve yine hiçbir parti ülkemizi ilahi bir ihtişamla kalkındıramaz.

Neyi seçiyorduk?


Oy pusulası, fotoğraf kaynak: ntv.com.tr

Bu seçimi siyasiler halka doğru düzgün anlatamadı. Hala sokakta seçim hakkında iki kelam konuşunca kimsenin neyi nasıl seçeceğimizi anlamadığını görüyorum. İzah edeyim. 24 Haziran'da iki farklı oy kullanacağız biriyle bizi mecliste temsil edecek milletvekilini seçeceğiz, bu oy tekrarlanmayacak. Diğer oy ile yeni cumhurbaşkanlığı sisteminin ilk başkanını seçeceğiz, bu oy ilk turda çoğunluk sağlanmazsa tekrarlanacak. Yani birçok kişiden duyduğum plan işlemeyecek. Diyorlar ki ilk turda milletvekilliğinde x partisine oy vereceğim, ikinci turda y partisine. Böyle bir şey mümkün değil. İkinci tur yalnızca başkan seçimi için yapılacak.

Hangi parti ülkeyi batırır?


X partinin fanatiklerine sorarsak, Y partisi ülkeyi batırır, Y partisinin fanatiklerine sorarsak Z partisi ülkeyi batırır.

Gerçekte hiçbir partinin, 100. yılına merdiven dayamış Cumhuriyet kazanımlarını kökünden kazımaya gücü yetmez. O konuda rahat olun. Evet bu seçimde başkana çok fazla yetki veriyoruz, adeta yasama yürütme ve yargı organı tek kişinin elinde olacak ama bu halk keriz mi kardeşim, hangi siyasetçi başa geçerse geçsin ülkemiz gerçekten ciddi bir tehlikeyle yüzleşirse, yeni başkan direksiyonu uçuruma çevirirse meclis ve halk gerekeni yapar.

Gelecekten notlar


İktidar kim olursa olsun büyük bir ekonomik kriz bağıra çağıra geliyor. Bu, yeni iktidara mal edilemeyecek kadar köklü ve eski bir bela. Umarım yeni başkan kim olursa olsun bu kriz canavarıyla baş edecek güçte bir kurmay ekibe sahiptir.

Özetle ülkenin hiçbir yere gittiği yok, sandığa gidin oyunuzu kullanın. Fanatizmden kimseye fayda gelmez.




Evliliğin temelinden sallandığı gece: Düğün

Her binanın hassas noktaları ve bir dayanıklılık eşiği vardır. O eşiğin üstündeki depremlerde, sellerde, fırtınalarda bina kendinden beklenmeyen bir şey yapabilir. İçindekilerle birlikte yıkılabilir. Bu tarih boyunca binlerce kez tekerrür etti. Gözümüzle gördük.

Planlama ekibi (mimar, mühendis) ve uygulama ekibi (usta, çırak) binanın hassas noktalarını henüz inşaat başlamadan bilmelidirler, bilmeden dayanıklılık eşiğini artıramazlar. En ufak hata, gözardı edilen küçük bir detay binanın sıhhatini geri döndürülemeyecek şekilde bozabilir.

Bir binanın ne kadar süreyle ayakta kalacağı temel atılmadan önce belirlenir, temel atıldıktan itibaren yapılan işlemler bu süreyi artırır ya da azaltır.

Fotoğraf kaynağı, sondakika.com

Oluşturduğum bina metaforunu evlilik müessesine giydirirsek, mimarlar mühendisler (dünürler) ustalar çıraklar (gelin güvey) evliliğin ne kadar süreceğine, başından itibaren etki ediyorlar diyebiliriz.

Bilinçli yapılan bir şey mi bilmiyorum ama özellikle bizimki gibi kapalı (içe dönük, homojen) toplumlarda evlilik müessesesi kurulurken defalarca ciddi darbeler alır, gelin güvey hayatlarındaki 'en mühim' zamanlara haddinden fazla kaygı ve telaş içerisinde girer. Bu şekilde olması için gelin güvey yakınları özel bir çaba gösterirler. Gelin ile güveyin zaten kendilerine ait kaygı ve telaşı varken çevre sürekli ardı arkası kesilmeyecek cinsten eziyetler yükler.

Salon Muharebesi


İki geniş ailenin birbirine ilk maruz kaldığı yer genellikle düğün salonları olur. Bu insan doğasına elverişsiz koşullar ve birbirini zerrece tanımayan iki ayrı sınıf genellikle gerilimli ve bol önyargılı bir gece geçirir. Hani ilkokulda sınıfın güzel kızına yan sınıfın yakışıklı piçi yakınlaştığında iki sınıfın erkekleri arasında fiili bir kavga vuku bulurdu, o kavganın atmosferi vardır düğün salonlarında. Tüm güveyler piçtir, tüm gelinler bizim istismara açık biricik kızımız.

Ülkemizdeki düğünler, iki sınıfın birbirinin uyumsuzluklarına dikkat kesildiği, en ufak kıvılcımı yangına dönüştürmeye meyilli olduğu, körüklerin havada uçuştuğu, yüksek sesten kimsenin kimseyi anlayamadığı bir atmosfere sahiptir.

Bu salon karşılaşması ülkemizin politik çıkmazının özeti gibidir. Her yıl hac görevini yerine getiren gelin dayısı ile masanın altında çaktırmadan limonatasına alkol karıştıran güvey dayısı birbirine küfür gibi bakışlar atarlar. Her ikisi de diğerinin varlığını asla tam olarak kabullenemez. İçten içe ben varsam o olmayacak burada, o varsa ben olmayacağım kaprisi yaparlar. Oysa, sen dini görevlerini yerine getir, o da kendi inandığı şekilde yaşasın birlikte aynı salonda/ülkede yaşayın gitsin. Birbirinizin bu sözde zıt hallerine kulak asmayın, ne var yani. Yani sen alkol almıyorsun diye alkol alan herkesi diri diri gömelim mi? Sen namaz kılmıyorsun diye namaz kılan herkesi yakalım mı? Eşşek gibi birlikte yaşayacaksınız öğrenin artık! Ya da siktirin gidin.

Gelin ile güvey birliktelikleri boyunca görüp görebileceği en anasının gözü darbeleri düğünde görür. Düğünden sonraki hiçbir süreç düğün kadar yıkıcı ve sınayıcı değildir. Şunu bir japon balığı rahatlığıyla söyleyebilirim ki düğün sınavını başarıyla atlatmış bir evlilik, 9 şiddetindeki depremi hasarsız atlatmış bir bina gibidir, fiziksel dayanıklılığını kanıtlamıştır. Ruhsal dayanıklılığını süreç gösterecek...

Damadı sikebilirsiniz


Damatların (güveylerin) alnında bir tabela asılıdır. O tabelada 'Damadı sikebilirsiniz' yazar. Düğünden aylar önce bu tabelanın davetine icabet başlar. Düğün davetiyesi tasarımcısından, araba kiralama firmasına, fotoğrafçıdan berberine kadar herkes damadı bir güzel siker. Normal şartlarda örneğin 5 bin tl ile çözülebilecek bu hazırlık süreci minimum 15 bin tl ile çözülür. Gelin damat ilk danslarını ederken damat gelinin kulağına 'güzelliğinden başım dönüyor, gözüm kararıyor' falan der ama asıl neden gelinin güzelliği değildir. Damada yapılan tecavüzdür. Damat o ilk dansta genellikle 'seni asla bırakmayacağım' da der. 'O kadar parayı bir daha başkası için harcayamam' demek istiyordur.

İlk bakışta 'düğünlerde gelinler mercek altındadır' denilebilir ama biraz düşünüldüğünde görülür ki aslında damat mercek altındadır. Katılımcılar limonatanın renginden, çerezin çeşitliliğine kadar her şeyi bir kıl müfettiş, gıcık jüri edasıyla inceleyip damada ve ailesine artı ya da eksi puanlar verir.

'Sonuçta kızımız bir kere evleniyor' diyenlere şey demek istiyorum 'Erkekler her hafta evlenmiyor'

Gelinlik neden beyaz?


Beyaz gelinlik algısı yerleşmeden evvel insanlar diledikleri renkte gelinlik giyerlermiş, genellikle açık renkler seçilirmiş ve bir dönem sarı rengi öne çıkmış. Ta ki Kraliçe Viktorya beyaz gelinlik giyinceye kadar. Söylentiye göre bu hanım kızımız düğün hazırlıkları sürecinde İngiltere'nin tüm usta terzilerine emir gönderir ve dünyanın en güzel ve biricik gelinliğini tasarlamalarını ister. Terziler kraliyetin alışık olduğu gümüş renginin ağırlıkta olduğu tasarımlar yaparlar, bir terzi ise sadece beyaz rengini kullanır. Victorya, 'Öyle bir tasarım giyeceğim ki bu sadece benim adımla anılacak benden başkası giymeyecek' diye böbürlenir. Saftirik. Kendinden sonra olanları görmeye ömrü yetti mi bilmiyorum ama bırak İngiltere'yi Kahramanmaraş'ta bile hala onun tasarlattığı gelinlik giyiliyor :D

Neden giyiliyor onu anlamadım ama. Neden tüm dünya gelinleri anlaşmış gibi aynı şeyi giyiyorlar? Tek renkte ve neredeyse sadece birkaç farklı kesimden oluşan bu gelinlikler hakkında nasıl hala onlarca sayfa eleştiriler yapılabiliyor.

Orta çağdan beri beyaz renginin bekareti temsil ettiği, kutsal olduğu söylenir, bekaret kadının obje olarak algılandığının en temel kanıtıdır. Buna kadınlar neden itiraz etmez aklım almıyor? Bekareti fazlaca umursayan kadınlar kendilerini eşyalaştırmıyorlar mı? "Kendimi evleneceğim adama saklıyorum" demek ben bir eşyayım hadi daha yumuşak ifadeyle hediyeyim demek değil mi? Feminizm önce bekarete takmış kadınlarla mücadele etsin lütfen.

Buyrun cenaze namazına


Gelinle güveyin eğlendiği bir düğün görmedim henüz. En şatafatlı düğünden en sakin düğüne kadar gelin güvey en iyi ihtimalle eğlendirmeye odaklanmış durumda. Yok damadın arkadaşlarıyla 30 dakika oynamalar, yok yalandan pasta kesmeler, yok gelinin iş arkadaşlarıyla oynamalar falanlar filanlar sonuçta bakıyorsun gelinle güveyin yüzünden düşen bin parça. Gariplerin en mutlu olması gerektiği umulan organizasyonda anadolu tabiriyle hışları çıkıyor, hiçbir geleneği canı gönülden isteyerek yapmıyorlar. Düğünden çok cenaze gibi onlar için. Eğlenmek için değil, formalite gereği yapılıyor her şey.

Şu veletleri çıktığı yere sokun


Düğünlerin çocuklara uygun olmadığını düşünüyorum, hazır ülkemizde düğün kültürü hala oturmamışken bana sorarsanız oturmuş halinde çocukları içeri almayalım. Ne bileyim anneanneye bırakın, komşuya bırakın ama düğüne getirmeyin. Uzun zamandır düğünlerde bulunmuyorum ama bulunduğum zamanlarda bazı düğünlerde palyaço, ilizyonist olduğunu gördüm. Düğün kalabalığı toplandığında bu performans sanatçıları veletleri toplayıp kapalı bir yere götürüyor orada gösterilerle eğlendiriyordu. Oyalıyordu. Güzel fikir ;)

Hayır sen bilir kişi misin?


Şimdi böyle bilmiş bilmiş yazdığım için bazılarınızın kafasında bu soru oluştu biliyorum, kızdınız bana, neden bu kadar kutsal bir müesseseyi böylesine çirkin resmettin diye kızdınız. Ama birazcık benim bakındığım yere davet ediyorum sizi. Şu düğünler neden bu kadar şekilci? Neden düğünlerde içerik yok. Neden ana hedef gelin ile güveye hoş bir anı bırakmak değil de bangır bangır bir gürültü eşliğinde dedikodu yapma ve birbirini iğneleme şenliğine dönüşüyor?

Vallahi elin gavurunun kadehe çatalla 'çın çın' vurup 'Hey millet bir konuşma hazırladım!' diyerek yaptığı salak saçma konuşmalar ve arkasından gelen alkış bile bizim son elli yıldır yapmaya çalıştığımız düğünlerden daha samimi.

Ülkemizde düğün töreni asla tam olarak yerleşemedi, çünkü Anadolu bir mozaik, her tür geleneğe, ırka, camiaya ev sahipliği yapılan bu topraklarda aynı mahallenin insanının bile düğün töreni birbirine benzemiyor, benzeşme çalışması ise düğünleri sıradan ve sıkıcı hale getiriyor. İçi boş düğünler görmemiz bu yüzden. Belki iki yüzyıl sonra bu topraklarda da düğün oturmuş bir tören haline gelir. Batılılaşma sevdası son bulur.

Özet: Ülkemizde düğün, iki kişi sevişecek diye iki yüz kişinin çıkardığı gürültü.




Dünya'dan kaçış planlarım ve yer çekimsiz ortamda çaysız kahvaltı yapmak

Toplumda insanın ciddiye alınması için birey olması gerekiyor. Bireylerin birey olduktan hemen sonra yapmayı en çok arzuladığı şey toplum tarafından ciddiye alınmayacak hayaller kurmak oluyor. Ne hoş bir paradoks. Belki de sadece etki tepki. Jim Carrey dahil neredeyse tüm ünlüler ünlü olmanın o kadar da ahım şahım bir şey olmadığını söylerler ama hayatlarıyla ilgili biraz okuma yaptığınızda görürsünüz ki ünlü olmak için birçok şeyden vazgeçmişler, birçok badire atlatmışlardır.

Milyarlarca yıldır yeryüzünü şekillendiren insanın doğasında tahrip var, çevresini ve hatta en kıymetlisini, kendini tahrip ediyor. Irkdaşlarının yüzünü de tahrip ediyor. Hiç değilse ekşitiyor. Toplumun bir parçası olmayı ölümüne önemseyen anne babalara sahipseniz birey olma farkındalığı sürecinde en çok yüzünü ekşiteceğiniz insanlar anne babalarınız oluyor. Bu listeyi sizi önemsediğini zanneden insanlar takip ediyor. O kadın, o adam... Anne babalara göre "yıldızlı göklerin ne zamandır döndüğünü" düşünmek, buna zaman ayırmak bile aptallık. Anne babalara göre bir bireyin yapabileceği en mantıklı şey topluma ait olmak, toplumun doğrularını ve (sürekli saçmalatan, kendiyle çelişen) gerçeklerini koşulsuz kabul etmek.

Her sanatçı -yahut adayı- en az birkaç kez dünyadan kaçış planı yapmıştır. Bu planların çoğu hassasiyetle yoğrulur B, C ve belki D planı bile vardır. Ben de yapmıştım. Kaybettim, buna sonra değinirim. Bu planların kendisiyle çelişen bir yanı olduğunu anımsıyorum sadece. Şöyle ki dünyadan kaçarken dünyanın tam da merkezine, odağına, ilgi ağına uğramanız gerekiyor. Bu uğrak sizi planınızdan saptıracak cazibelere maruz bırakabilir. Yeni o kadın, o adamlarla çarpışabilirsiniz. İki kaldırımın kesiştiği noktalar evrenin bu çarpışmaya en uygun gördüğü yerler arasında.

Bu çarpışmalar kaçış planınızı tamamen bozabilir ya da biraz şanslıysanız (bu sonra şanssızlık olarak değişebilir) küçük değişikliklerle yanınıza yeni biri katabilir. Ama genellikle bozar. Birlikte yapılmamış kaçış planları mutlaka zorlu bir aşamada tartışmalara yol açar. A kişisinin, B kişisinin kaçış planlarına harfi harfine uyması olanaksızdır. B kişisinin planladığı kusursuz bir operasyon A kişisinin yapacağı en ufak etkiyle boka sarabilir.

Kaçış sürecinin sizi değiştirdiğini gören A kişisi genellikle sizin kaçışınızı engellemek isteyecektir zaten. Dünya'dan kaçış hiç kimsenin yardım edemeyeceği bir operasyon. Ve sizi sevenler sizin Dünya'dan kaçışınızı hiçbir zaman tam olarak desteklemezler. Çünkü Dünya'dan kaçmak biraz da kendinden kaçmaktır. Değişmektir, başkalaşmaktır. A kişisi sizin yeni kimliğinizden o kadar da hoşlanmayabilir.

İnsanın birey olduktan sonra yaptığı her şey, yemeğe tuz atışı bile alttan alta birey olmaktan duyduğu pişmanlığın sonucu. Yani birey birey olmaya ne kadar istekliyse birey olduktan sonra -gerekirse geri dönmek pahasına- başka bir şeye dönüşmeye en az o kadar istekli hale geliyor. Bu böyle olmasaydı milyarlarca yıldır çiftleşen insanoğlu bu kadar kaosa meyilli bir yeryüzü kurmaktan daha iyisini yapabilirdi.

Maalesef kaybettiğim için fazla detay hatırlamıyorum ama Dünya'dan kaçmanın tahmin edildiğinden çok daha zor olduğunu bir koala rahatlığıyla söyleyebilirim. Bıçak sırtı bir operasyon bu. Bugüne dek milyonlarca kez planlanmış ama belki de ancak 3-5 kez gerçekleştirilebilmiş bir operasyon.

Ben de deneyecektim, tekrar bu planları yapacak enerji ve zamana sahip olursam yine yapmayı denerim ama o kadar gücüm olacak mı bilmiyorum.

Dünya'dan kaçış planlarımı kaybettim ve bir kopyası yok.
Daha dün gece masamda duruyordu, garip şiirlerin arasında.
Temizlik yaparken annem atmış olabilir.
Yeni bir kaçış planı yapacak kadar yaşayacağımı sanmıyorum.
Yoruldum.
Bu gezegeni,
kadınları,
kadınların kadınlara yüklediği anlamsız sorumlulukları
ve çocuklanma ödevini anlamaktan başka çarem yok.
                                                                                                          22 Aralık 2017

Belki de annem kasıtlı olarak planlarımı sabote etmiştir. Mümkün.

Rinnanay rinna rinnanaay 

Acaba denizler ne zamandır köpürüyor?
Acaba gerçekten bir güzelden ötürü mü geldik Dünya'ya?




Elalem Bayramı

Elalemden nefret ediyorum. Hayatımıza diğer her otoriteden fazla müdahale ediyorlar ve adeta nasıl yaşamamız gerektiğini dikte edip duruyorlar.

En çok canımı sıkan şey şu, bugün elalemden şikayetçi olan bizler yarın diğer özgür kişilere elalemlik yapacağız. Yani her gelin kaynanasından şikayetçi ama her gelin bir gün şikayet edilen bir kaynanaya dönüşüyor. 'Ben çektim o çekmesin' demiyor.

İlgili Zaytung haberi: http://zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=342623




sense8 bir porno mu?

Hafif spoiler içerebilir
Toplumsal kabulleri, olurları ve yasakları reddeden, yıkan bir dizi sense8. Yıkan dedim ama dizinin agresifçe propaganda ettiği hiçbir şey yok. Dizinin yıkmaya odaklandığı ilk konu insanların genellikle gereksiz agresif davranışlar sergilemesi diyebilirim.

Dizi hakkında hiçbir şey okumadım, ekşi sözlük başlığına dahi bakmadım henüz. Seri bir şekilde izledim ve hiçbir analizin etkisinde kalmadan yazıyorum.

Diziyi izleyen geniş bir kitle dizinin eşcinsellik propagandası yaptığı sonucuna varabilir. Dizinin böyle algılanmak konusunda bir korkusu olmadığı çok belli, ekip adeta "Bizi nasıl istiyorsanız öyle anlayın, eşcinsellik propagandası yapıyoruz zannederseniz zannedin, eyvallah" gibi bir düşünceyle çalışmış. Ama bence eşcinsellik propagandası yapmıyorlar. Bu yazıyı yazdığım için ben de eşcinsel propagandacı ya da hatta eşcinsel olarak algılanabilirim, sorun değil. Güzel kızlar eklesin.

Ha illa bu dizi bir cinsel yönelimin propagandasını yapıyor diye bir yargıya varacaksak, bu biseksüellik ve özgür seks olabilirdi.

İlla toplumsal bir yönelimin propagandasını yapıyor diyeceksek, ırkçılık karşıtlığı propagandası yapıyor diyebiliriz. "Hiçbir ırk diğer ırktan üstün değildir" diyor dizi.

Fotoğraf, imdb.com

Put kırıyorlar

Naçizane, arkadaşım İbrahim ile bir söyleşi programı yapıyoruz, "Putları Kırıyoruz" adında, o programda konuşurken yapmaya çalıştığımız şey putları kırmak. İnsanların kafalarındaki gereksiz tabuları def etmek. Putları kırma motivasyonumuz toplumdaki gereksiz tartışmaları, hüzünleri azaltmak. Örneğin evliliğin kadınlar için ideal yaşını kim belirledi? Neden bazı yaşlardan sonra hala evlenmemiş kadınlar ötekileştiriliyor, 'evde kalmış' gibi etiketlere maruz kalıyor? Bu yaşı kim neden belirledi. Bu yaş sınırlaması bir puttur. Gereksiz yere bu put milyonlarca kadını üzer.

Oyunculuklar gerçekten harika, tüm ekip senaryoyu, filmin izleyiciye hissettirmesi gerekenleri tamamen anlamış ve uygulamış gibi duruyor. Böyle bir diziyi; birbirini ve senaryoyu çok iyi anlamamış bir ekiple çekmek imkansız.

Özetle değil kardeşim. sense8 bir porno değil. sense8 olsa olsa insanı, insana, insanca sevmeyi öğretmeye çalışan bir dizi. İzleyiciye hoş vakit sunmayı amaçlayan bir dizi. Birlikten kuvvet doğar gerçeğini hatırlatan bir dizi. Bizi farklılıklarımız güçlendiriyor diye bağıran bir dizi.

Tamam bu dizi anne babayla ve çocukla izlemeye uygun değil. Ama porno da değil.

Kimler bu diziden tat almaz?


Katı dindarlar (hangi dine inandıklarının önemi yok), katı siyasi fanatikler, katı ideolojik fanatikler, katı gelenekselciler, bir erkeğin sokakta evire çevire bir kadını dövmesine sesini çıkarmayıp bir çiftin sokakta öpüşmesine tanık olunca yaygara koparanlar... özetle katı ve sabit fikirli olan hiç kimse bu diziden tat almaz.

Müzikler çok başarılı, bu dizi hakkında rahatlıkla müzik zevki olan bir dizi diyebiliriz.



Uzun bir süre hiçbir diziden bu kadar tat alacağımı sanmıyorum. Dizinin bittiğine üzülenler change.org üzerinden "bir sezon daha çekin" kampanyası başlatmışlar. Dizinin bittiğine ben de üzüldüm ama dozunda bitti. Uzatılması hikayenin çarpıcılığını perdeleyebilir.

Fotoğraf, imdb.com

Leyla ile Mecnun'dan sonra hakkında en çok şey yazdığım dizi bu oldu. Belki bittiğinde Game of Thrones hakkında da uzun bir yazı yazabilirim.

Bu yazıyı okuduğunuz halde diziyi izlemediyseniz, başta kırmızı kırmızı uyarmış olmama rağmen, okuduklarınız dizinin tadını fazla kaçırmayacak. İzleyin, izlettirin.

Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.
Yunus Emre




Kahramanmaraş Ahlat Ağaçsız kaldı!

Uzun zamandır şu film sinemaya gelse de izlesek diyeceğim bir film yapılmıyordu. Nuri Bilge Ceylan hocam yeni filmi duyurunca sevindim. Yakın takibe aldım, fragmanını posterini her şeyini sevdim. Alıştığımız Nuri Bilge Ceylan hikayelerinden birini dinleyeceğiz 3 saat vuhuu diye sevindim, yalnız da değildim. Yardımcı yönetmenim İbrahim Aksakal da sabırsızlıkla bekliyordu.



Ama Kahramanmaraş'a bu film de!!! gelmedi.

Adıyaman'ı küçümsediğim falan yok ama Adıyaman'a gelen film, Kahramanmaraş'a neden gelmiyor biri bunu açıklayabilir mi?
Adıyaman Nüfusu (Vikipedi)

Kahramanmaraş Nüfusu (Vikipedi)






Alacağın olsun Ürgüp!



Her çağda herkese nostalji güzel gelir. Bugün bize sokak oyunları nostaljik bir haz verirken 20 yıl sonraki gençlere çocukken tabletle oyun oynamak nostaljik haz verecek. Bu düzen böyle gider.

YouTube çok güzel bir nimet, Erkin Koray'ı çok sevmeme rağmen daha önce hiç dinlemediğim bir şarkıyla YouTube sayesinde karşılaştım.


"Cemalım" şarkısı Elektronik Türküler adı altında 1974'te yayınlanmış. Ne kadar hoş bir hüzün bırakıyor, ne güzel bir şarkı diye düşünürken klibe yapılan yorumlardan birini görüp etkisinde kaldım. Şarkının bende bıraktığı intiba tamamen değişti. Daha derin bir hüzün veriyor artık, daha bilgili dinliyorum. "Fırat" türküsündeki "Daha gün görmemiş taze gelindir" dizesi bu türküye de uyuyor.




İşten istifa etmek üzerine, limon sat onurlu yaşa!

Yaklaşık 3 ay önce istifa dilekçemi verdim, birkaç hafta bekletildim, işleme koyuldu, ceketimi aldım çıktım.

Daha önce de işten istifa ettiğim olmuştu ama önceki istifamda çok net planlarım vardı. Kariyer planımın bir sonraki adımı için istifa etmiştim.

Bu yeni istifam olabildiğince doğaçlama oldu. Hiçbir şey hesaplamadan sadece mental ve fiziksel olarak çok yorulduğumu hissettim ve kendime dedim ki "Kendini çürütüyorsun Safa! siktir et, bu amına koduğumun dünyasını sen düzeltemezsin, düzeltmene izin vermezler!"

İşçi maaşı ile hiçbir zaman tam anlamıyla refaha ulaşamayacağımı anladığımda 15 yaşında falandım. 25 yaşıma gelince dedim ki kendime "Safa, kendin olmaktan uzaklaşıyorsun, bu gidişle evlenip çocuklanıp kira, fatura, taksit... telaşlarında boğulup üç günlük ömrü birkaç sermaye babasının yazdığı senaryoya figüran olarak öleceksin"

Bu tam anlamıyla bir uyanış değildi. İşçilik konusunda kendimi -kendime- kanıtlamam ve gerektiğinde işçiliğe dönebileceğimi görmem gerekiyordu. Bunun için yaklaşık 5 yıl basın camiasında çalıştım. Kısa sürede kendimi kendime kanıtladım. Başkaları ne düşünürse düşünsün. Ben Ankara'da dayısı olmadan saygın bir basın mensubu olmanın tadına vardım. Eşek gibi çalıştım ve karşılığını aldım.

İstifa edeli yaklaşık 3 ay oldu. Güzel bir kısa film çektim, kendimi kendime kanıtlamaya devam ediyorum. Sanki 700 yıldır çalışıyormuşum gibi geldi bana. O kadar yorulmuşum ki, özellikle de mental olarak 3 ay sonra kendime gelebildim.

Bunları neden yazıyorum bilmiyorum, istifa ettim memnunum. Tam seçim dönemine çeyrek kala istifa etmem de iyi oldu. Malum basının en yoğun çalıştığı dönemler seçim dönemleridir. Ülke savaşa girse o kadar koşturmayız. Seçim dendi mi basına rahat uyku yok.

Limon satıp onurlu yaşamak gerek


Ben hiçbir zaman arkasından küfür ettiğim insanlarla bir arada çalışamadım. Buna tahammül edemedim. Birkaç gün önce bir grup arkadaşla sohbet ederken herkesin patronunun arkasından küfür ettiğine şahit oldum. Kızdım onlara, ya küfretmeyin ya da istifa dilekçenizi verip çıkın. Rızkın hüdadan olduğundan şüpheniz mi var?

Baba olma adam ol


Durmadan boşlukta sürüklenen devasa bir kainatta zerre kadar değeri olmayan bir gezegenin zerre kadar tanınmayan bir ülkesinin, zerre kadar bileni olmadığı bir ilde, birkaç solukluk ömrümüz kaldı. Kendimize ne diye eziyet ediyoruz?

Bizi bu nefret ettiğimiz işlere bağlayan şey her neyse düşmanımız o, çocuksa çocuk, hırssa hırs...

Değmez amına koyim.




Pişman mıyım, evet

25 yaşındayım.

25 yılda çok az kötü alışkanlık ve çok az kötü ilişki, arkadaşlık kurdum. Buna rağmen herkesin olması gerektiği kadar benim de geçmişe baktığımda pişmanlıklarım var. Olmalı zaten. Seçimlerinden tamamen memnun biri hayal edemiyorum.

OKUMA, ADAM OL

En büyük pişmanlığım kendimi iyi yetiştiremememle ilgili. Okula ve salak eğitim sistemimize kendimi fazla teslim ettim.
Şimdi 10 yaşındaki halimin kulağına bir şey fısıldama imkanı verseler, "İlkokul bitince eğitim sistemiyle ilişkini bitir, kendi kendini eğitmenin yollarını bul. Çok kitap oku, çok insanla sohbet et, çok eğitici filmler, belgeseller, youtube videoları izle. Siktir et okulu, okul sana hiçbir şey katmayacak, ne lise ne de üniversite. İlla bir şeyi ustasından öğreneceğim diyorsan akademileri değerlendir. Parası neyse ver, öğren" derdim.
Okul bana birkaç iyi arkadaş ve birkaç iyi öğretmen dışında hiçbir şey kazandırmadı. Okuma yazmayı bile evde öğrendim ben. Ablalarım sağ olsunlar. Okul benim okuma yazma hevesimi kırdı bile diyebilirim. İlkokulda her kitabın evrene dair gizler sakladığını düşünürdüm, heyecanla ve dikkatle okurdum. Annem hakkımda, ilkokul bebesiyken geceleri elimde kitaplarla uyuyakaldığımı sabahları yatağımdan kitaplar topladığını söyler. Lisede kitap okumak yapmak zorunda olduğumuz için yaptığımız bir şey haline dönüştü. Üniversitede nasıl daha az kitap okuyarak dersleri veririm derdindeydim. Özetle öğrenme arzımın ve arzumun büyük bir kısmını eğitim öğretim sistemi elimden aldı.

TANIŞ OL, YÜREĞİNİ HERKESE AÇMA

Aşırı olmasa da asosyal biriydim, lise bitinceye kadar tam olarak ortamlarda kendini iyi ifade edebilen biri olamadım. Hep küçük bir gruptan oluşan arkadaşlarım oldu. Bu grup içimi dışımı bildi, diğer herkes benim hakkımda hiçbir şey bilmedi. Şimdiki aklım olsa çok daha fazla hobi ile kendimi meşgul ederdim, öğrenemeyeceğimi bilsem bile keman kursuna giderdim, ebru sanatıyla ilgilenir, tiyatro, drama kurslarına daha erken yaşta katılırdım. Ortak ilgi alanlarım olan arkadaşlarımı daha çok çevremde tutar, onların ufuklarından beslenirdim.

Öyle herkesle limitsiz dostluk kurmazdım. Dostlarımdan öğrendiğim en büyük şey, dostlarına borç verme. Kendi küçük grubumda para babası olarak bilindiğim bir dönem var. Bu kötü alışkanlığımı yakın geçmişte attım üstümden. Ne gerizekalıymışım. Paraya sıkışan tüm arkadaşlarım babalarından önce beni ararlardı. Öyle ki mobil uygulamada para gönderme bölümüne girdiğimde hala hesap numaraları liste halinde çıkıyor. O verdiğim paraların yarısı falan geri geliyor, o da vaat ettikleri teslim tarihinden yıllar sonra. Üstelik ben "sırf borcumu hatırlatmak için aradı" düşüncesine kapılmasın diye arada bir hal hatır sormak için yaptığım aramaları azaltarak bitirip, bu nedenle azar işitmiş adamım. Gerizekalıymışım gerçekten. Niye el aleme faizsiz kredi veriyorsun gerizekalı :) Dünyayı sen mi güzelleştireceksin.

FIRSAT BEKLEME, FIRSAT YARAT

Umarım bunu yaşayan tek gerizekalı ben değilimdir. Bir sms gelecek ve hayatım değişecek gibi şeylere inandığım bir dönem vardı. Fırsatlar orda az ilerde duruyorlar ve zamanı geldiğinde kapımı çalacaklar diye hep kendimi oyaladım. Oysa yaratıcı hiç kimsenin hayatına, "hadi seninki artık daha güzel olsun" diye sihirli bir dokunuş yapmıyor. Ayağa kalkıp kendi fırsatımı yaratmam gerekiyordu. Bunu 20'li yaşlarımdan önce fark etseydim. Büyük ihtimalle şimdi kendi sinema filmlerimi yaratma hayalime daha yakın olurdum.

20 yaşındaki Safa'nın kulağına fısıldama imkanım olsa, "Bir yolunu bul gerekirse kredi çek ve iddialı birkaç kısa film yap. Festivallere katıl. Kendini madem bu sektörde göstermek ve ifade etmek istiyorsun, o halde ne bekliyorsun, kendi fırsatını yarat. El alem 30-40 bine araba alıp takla atıp heba ediyor sen 5-10 bin lirayla aslanlar gibi 10 kısa film çekersin." derdim.

Bizim kuşak risk almaktan fazlaca korkutularak yetiştirildi. Bizim kuşaktan fırsat yaratan insanlar çıkmayacak. Sistemle derdi olan, sistemdeki yanlışlarını dile getiren insanlar da çıkmayacak. Öyle mal mal yaşayıp öleceğiz biz :D

Bu jeopolitik döneme doğduğum için ayrıca pişman mıyım, evet :D






Şen bir bilinç gözlenemez

Bilmek işi hüzünlüdür, temeli hüzündür bilmenin.

Çevremizdeki herkes emin görünmek için kırk takla atıyor.

Doğdum
okudum
çalıştım
evlendim
çocuklandım
çocuklarımı çocuklandırdım

bu role uymak için tüm ömürlerini feda ediyorlar, mutlular mı hayır, sadece kendilerini oyaladıkları için mutlu olmadıklarının farkında değiller.

Ona baktığında mobilya taksitlerini hatırlıyorsan nah mutlu olursun. Boş bir hüzünçle dolusundur, bu çerçeve içerisinde her fırsatta dudağına yapışıp öpsen, her gece saatlerce sevişsen de boş.

Elalem için doğdun, okudun, çalıştın, evlendin, çocuklandın, çocuklarını çocuklandırdın, öldün.

Geçmiş olsun.





Ayda 60 gün çalışmak meselesi

Yaklaşık bir ay kadar önce işten ayrıldım.

Yaklaşık bir aydır işsizim. Bir aydır evde oturacak fırsat bulamadım.

İşten ayrıldığımı duyan tüm arkadaşlarım birlikte bir şeyler yapmayı teklif ediyor ve sinema, tiyatro, bisiklet, bilardo, tavla, kahve içip laklak yapmak.... gibi şeyleri yapmayı ne kadar özlediğimi hatırlatıyorlar. Ne kadar çok ihmal etmişim kendimi, ailemi, arkadaşlarımı, her şeyi...

Gerçekten 750 milyon yıldır falan yaşamıyormuşum galiba.

İşten tam olarak bu nedenle ayrılmış olabilirim. İşten ayrıldığımı duyan bazı arkadaşlarım, "Ya sen kamera, sanat falan seviyorsun neden ayrıldın ki?" gibi haklı bir soru soruyorlar. Galiba tüm sevgiler azalıyor, boyut değişiyor, boşanmak da evliliğin bir parçası...

Nerede duyduğumu hatırlamıyorum, belki de bana aittir. Bunu daha yüksek sesle ve her yerde söyleyeceğim.

Bu ülkede bir işten nefret etmek istiyorsan ya eğitimini al ya da o işi yap


Bir süre kafamı dinleyeceğim, böyle bir süreçte bile kendime boş durmayı yakıştıramadığım için, bir tür tartışma programı çekiyorum. Arkadaşım İbrahim Aksakal ile "Putları Kırıyoruz" adında toplumsal olarak kabul görmüş aptalca şeyler hakkında atıp tutuyoruz.

Konuştuğumuz bu aptalca şeyler arasında kariyer de vardı.



Bu da tamamı