Kadınları anlamak yolunda: Mide bağırsak sorunlarına eğilmek

Mide bağırsak ve tüm sindirim sorunlarını cinsiyetler özelinde inceleyecek olsak kadınların daha sık bu sorunlara maruz kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mide bağırsak sorunlarının paradoksal bir gelişim süreci var, insanların stresli ve kaygılı süreçlerde mide bağırsak sorunları yaşadığını, mide bağırsak sorunları yaşadığı süreçlerde ise stres ve kaygı yükünün arttığını okudum. Yani ikisi de birbirini tetikliyor. Dipsiz bir kuyuya giden yolu açıyor bu paradoks.

Dolayısıyla kadınlar mide bağırsak sorunları yaşamaya daha yakın ve yatkın. Bunu özellikle coğrafyamızdaki kadınlara reva görülen baskıcı hayatla açıklamak da mümkün.

Kişi kendinden bilir işi

Yaklaşık bir yıldır kronik gastrit illetiyle dans ediyorum. Ciddi sindirim sistemi sorunlarına yol açıyor, özellikle stresli zamanlarımda. Bu illetle yüzleştikten sonra, rahatsızlığın nüksettiği takvimlerde ruh halimin değiştiğini tecrübe ettim. Bunun üzerine Google'lamalar yaptım ve bağırsaklarımızın bedenimizdeki asıl beyin olduğunu iddia eden bilimsel çalışmalara rastladım. Öyle ki sindirim sistemimizin stabil çalışmadığı günler bok gibi bir ruh haliyle geçiyormuş.

Hani bazen "Ya bir kötülük olacak, içimde bir sıkıntı var" diye düşünürüz ya, bu düşünceleri temellendiren şey de mide bağırsak sorunları olabiliyormuş.

Bunu kadınları anlamak yolunda kullanabiliriz

Kadınlar toplumsal baskılar ve benzeri negatif yüzleşmeler sonucunda normal bir günlük hayatta bile kaygılı bir yaşam sürüyorlar. Öte yandan regl gibi bir gerçekle de ömür boyu yaşamak zorundalar. Biz erkekler her ay penisimizden kan gelme ihtimalini düşünürken bile ufak çaplı bir fenalık geçiriyoruz. Kadınlar hakkaten bu gerçekle iyi yaşıyorlar. Bravo valla, siz hepimizi gömersiniz.

Biz erkeklerin edebiyata, sinemaya, tiyatroya sıçramış bir klişesi var. "Abi kadınları anlamıyorum ya" Bu anlayamama durumunun altında kadınların çok kolay değişen ruh hali yatıyor olabilir. Mide bağırsak sorunlarına bağlı sürekli değişen ruh halini anlamak imkansız gibi bir şey.

İnsan şu kalabalık dünyada kendini dahi anlamakta güçlük çekerken nasıl bir başkasını tam olarak anlayabilir ki?

Dolayısıyla kadın arkadaşlarımın gücüne gideceğini göze alarak şunu söyleyebilirim. Bir kadının kendini tam olarak anlayabilmesi, bir erkeğin kendini anlayabilmesinden kat kat daha zor.

E henüz kadınlar kendilerini anlayamamışken biz nasıl anlayacağız?

Şöyle, mide bağırsak sorunu yaşamadıkları ve regl periyodunda olmadıkları dönemlerinde kadınlar gerçek benliğini yansıtıyor olabilirler. Bu takvimi takip edip muhatabın benliğini anlamaya yönelik sorular sorulabilir. Birlikte hobilerin peşinden koşup hangi aktivitelerden gerçekten hoşlandığını, hangi durumları romantik bulduğunu tespit edebiliriz. Tüm bunları uyguladığımız halde bile bir insanı tam olarak anlamanın mümkün olmayacağını savunuyorum. Herkesin kendi ütopyaları, idealleri var. İçerisine doğduğu aile bile gerçek anlamda ideallere yön veremiyorken, dünya tecrübesinin yirmibeşinci yılındaki olgun bir insanı onunla yirmibeş yıl aynı evi paylaşsak bile anlayamayız.

Kadınların erkeklere göre mide bağırsak sorunlarını daha sık yaşamalarının temel nedenlerinden biri bence coğrafyamızdaki cinsiyet eşitsizliği. Bizimki gibi baskıcı toplumlarda duygularını ifade etme hakkı tanınmadığı için kadınlar mental çöküşler yaşıyorlar, bu çöküşler mide bağırsak sorunu olarak ortaya çıkıyor olabilir.





Anti feminizmin gizli şövalyeleri: Anneler

Yazının aslı
2015'te feminist bir yazımda "Kadın kadının kurdu" demek için ekosistemin temellerini anlamaya ve anlatmaya çalışmışım.

Hiç hesapta yokken feminizmi başarıya taşıyacak yol haritası çizdim.

Etçillerin genellikle otçul eti tüketmesinin sebebi ağız tadı falan değil. Etçiller, otçulları kolayca öldürebilecek ağız ve diş yapısına (silahlara) sahip. Aynı zamanda otçullar etçillere karşı koyabilecek donanımlara sahip değil. Bu sebeple otçullar, etçiller için kolay lokma.

Tüm bunlara bakarak canlıların kendi türlerini yememesinin sebebini avlanma zorluğu olarak görebiliriz. Aslan, sırtlan eti yerine geyik etiyle besleniyor çünkü sırtlan aslan için zayıf olsa da geyiğe kıyasla silahlı (dişli) bir av.

Aynı şekilde insan da bu sebeple insan eti yemiyor. Şüphesiz ki silah üretip kullanabilen bir canlıyı avlamak diğer avlanmalara kıyasla en zoru olacaktır. İnsanın bu sınırsız üreme hızına erişmesi de bu yüzden. İnsanı avlayan bir canlı yok. Bu yüzden insan ırkı doğanın dengesini bozuyor. Zaman zaman yaşanan felaketler ve savaşlar bile insan nüfusunun doğal orana inmesini sağlayamıyor.

Şimdi hiç alakası yokmuş gibi görünse de toplumun erkek egemen şekillenmesini bu tespitime dayandıracağım. Erkek kendi sınıfından canlıya (erkeğe) diş geçiremediğinden ya da diş geçirse bile bu süreçte yara alacağından, daha az enerji harcayarak yararlanabileceği bir alt sınıf (kadın) üzerinde egemenlik kurmuş. Kadın, annelik kozuna rağmen fiziksel güçten kaynaklanan bu sınıf farkını milyonlarca yıldır ortadan kaldıramamış. Hatta erkek egemenliğin devam etmesini anneler sağlıyor. Feminizm önce “Erkek dediğin öyle eşinin her dediğine olur demez. Gerektiğinde masaya yumruğunu vurup susturmasını bil” diye öğüt veren anneleri hedef almalı.

Sokak röportajı yaptım, insanlara evde kimin sözü geçiyor diye sordum. Çoğunlukla insanlar annelerin evi, ev halkını yönettiğinde hem fikir. Peki neden hala kadın ezilen cins? Bence bu işte bir yanlışlık var. Anneler oğullarını, başka annelerin kızlarını ezecek şekilde yetiştirmeye son vermeli.




"Herkes birbirinin kurbanı"

Birbirimizi rahat bırakmalıyız, annemizi, babamızı, eşimizi, dostumuzu, arkadaşımızı... dolayısıyla kendimizi de rahat bırakmalıyız. Ki çevremizdekileri rahat bırakırsak zamanla onlar da bizi rahat bırakabilir. Yaşadığımız gayriideal dünyada bile mümkün bu.

Maraton koşucusu, spor uzmanı, sosyolog, okur, yazar... on parmağında on marifet Tuğba Güneş ile çok tatlı bir röportaj yaptık. Röportajdan sonra yaptığımız sohbette "Herkes birbirinin kurbanı" ifadesini ilk kez duydum ve büyülendim. Tuğba Güneş yıllardır dilimden düşürmediğim "İnsan insanın kurdudur" klişesini çok daha kapsamlı bir kalıpla değiştirdi, farkında olmadan.

Tamamen plansız, ön hazırlıksız bir şekilde röportaj yaptık, ofiste güzel güzel sohbet ederken "Hadi biraz da kayıtta konuşalım" dedik ve Tuğba Güneş'in bilgilerini, fikirlerini kaydettik. İlk röportajımızı yaşam koçluğu çerçevesine sıkıştırdık bu yüzden üzgünüm, toplumsal ruh durumumuz hakkında doyurucu, şaşırtıcı bir sohbetti fakat Tuğba Güneş'in hakim olduğu diğer konular üzerine de konuşmak için sabırsızlanıyorum. Umarım önümüzdeki günlerde tekrarlayacağımız kamera karşısında pek konuşulmamış çarpıcı konular hakkında da röportajlar yapacağız.



Anti Natalizm, Merkezinde spor olan bir hayat, Veganizm, Feminizm gibi konularda da kah felsefik kah gündelik sohbetler edeceğimiz ihtimali bile heyecan verici. Öyle umuyorum önümüzdeki günlerde çok daha fazla röportajlar yapacağız. Tuğba Güneş gibi insanlar iyi ki var :)




Çiçek, bahar ve kadın

'Kadın çiçektir' kanısı toplumların bilinçdışı yansımasında 'kadın sayesinde ürüyoruz' anlamına geliyor olabilir.

Çiçeğin, bitkilerin polen saçan üreme organları olduğunu biliyoruz.

Burdan yola çıkarak toplum kadını, üreme organı olarak görüyor diyebiliriz. Hatta dedim gitti.

Karşı sav olarak 'Kadının kırılganlığını, zarafetini çiçekle tanımladık' denilebilir ancak zaten üreme organları da oldukça hassastırlar.

Özetle galiba ataerkil toplumun kadından en büyük beklentisi doğurmaları. Hala her gün düzenli olarak; Kadına 'sen sadece doğur' diyoruz kadın da hiç itiraz etmiyor. Hatta bunu en çok kadınlar diyor.




İzlediğim en iyi klipler

Sarmaşık - Mabel Matiz

Yüksek ihtimalle bir tavuk dürümcüde başladım bu yazıya, hem de elimde dürüm varken, çıkardım telefonu not aldım. Onlarca metre uzaktaki küçük televizyonda Mabel Matiz'in Sarmaşık klibi vardı, sesi çok kısık duyuyordum ama klip ilgimi çekti. Dürümcüden çıkar çıkmaz not aldım, "Mabel Matiz'in halılı klibini izle" birkaç gün sonra izledim sanırım, dolayısıyla bu şarkıyı ilk dinleyişimdi. Şarkıyı ayrı, klibi ayrı sevdim. Birkaç arkadaşa mesaj atıp önerdim hemen. Dedim ki, şimdiye kadar izlediğim en iyi klip.

Mabel Matiz'i çok tanımam, hakkında okuyup yazmadım, "Öyle kolaysa" gibi bir şarkısı olduğunu biliyorum, güzel de bir şarkı ama dahasını bilmiyordum. Ama bu klipten sonra adam radarıma girdi. Gerçekten izlediğim en iyi klip olabilir. İlginç bir şekilde şarkının altına gelen YouTube yorumları da klibin güzelliğine tutulmuşlar, yalnız değilim.

A Happy Place - Katie Melua

Katie'yi nasıl keşfettiğimi hatırlamıyorum, ama her boku not aldığım gibi bunu da not defterime iliştirmişim, Hem de taa 2011'de... İzlediğim en iyi kliplerden biri kesinlikle, kendine has bir dokusu, dekor seçimi, bilim kurgu vari atmosfer, çok seviyorum, elbette şarkı da çok güzel. Sonraki klipler hakkında yazarken de belirtmeme gerek kalmasın, bu listedeki tüm kliplerin şarkılarına bayılıyorum! Genellikle önce şarkı sonra klip dikkatimi çekiyor, Sarmaşık hariç. Katie çok tatlı dans etmiyor mu ya :)

Hepsi ne fena - Büyük ev ablukada

Plansekans çekilmiş bir klip, kamera kayda giriyor ve klip bitene kadar çıkmıyor. Daha önce yapılmamış bir şey değil, ama başarılı olmak için çok emek isteyen bir teknik. Şarkının ruhuna uygun dokular seçilmiş, izleyen Bartu'yu takip ederken şarkının sözlerine, hikayesine ve ritmine kendini kaptırıyor. Onunla birlikte biz de gidiyoruz, coşuyoruz, üzülüyoruz, kandırıyoruz...

Lenka - Everything At Once

Bu kızı da çok tatlı buluyorum. Oldukça düşük bütçeyle çekilmiş şeker bir klip. Bir hikaye anlatıyor gibi ama anlatmıyor, hiçbir derdi, diktesi, didaktizmi yok. İzle, kafanı boşalt, eğlen git. "İlluminati imgeleri var bu klipte" diyenleri insanlık namına ötelemeliyiz.

Drinkee - Sofi Tukker

İsmini vermek istemediğim bir maddenin ruhsal tepkimesine çeken bir müzik ve klip var. Tam olarak saykodelik müzikler sevenlerin dimağına göre. Ha evet, kız çok güzel, oğlan çok yakışıklı.

Daughter - Youth

Karanlık, gri, sade bir klip. Şarkıyı uzun zamandır listelerimden eksiltmiyorum. Bu gibi sade klipleri çok seviyorum, müziği tam anlamıyla hissetmemi sağlıyor. Sadelik kazanacak!

Ay - İhtiyaç Molası

Az bilinen bir efsanelerden, sanırım bu şarkının varlığından Burak Aksak'ın bir twiti üzerine haberdar oldum ve o gün bugündür listelerimden hiç eksik etmedim, klibi de oldukça güzel.

Bonus
Sena Şener dinleyin, dinlettirin.




Anne ben röportajcı oldum

Yaklaşık altı yıldır basın mensubuyum. Günlük yerel bir gazete olan Yorum Gazetesi'nde başladığım gazetecilik maceram, yerel bir televizyon olan Aksu TV'ye geçmemle duraklama dönemine girdi. Televizyonda teknik anlamda çok şey öğrendim ama stüdyoda görev yapmam nedeniyle, sahalardan uzak kalmıştım ve artık gazetecilikten çok kameramanlık yapıyordum. Bu durum canımı sıkıyordu, birkaç can sıkıcı olay daha yaşanması üzerine yürek yemiş bir şövalye gibi ekonomik krizin ortasında, dobra bir istifa dilekçesi yazdım. Böylece televizyondan ceketimi alıp çıktım.

Bir kısa film çektim, filmden sonra askere gidip geldim, Maraş Ana Haber adlı internet televizyonunun kurucusu Kenan abiden teklif aldım. Kahramanmaraş'ta çok yapılmamış işler yapabileceğimizi düşleyerek kabul ettim. Şimdilerde sokakta röportajlar yapıyorum. Eğlenceli sonuçlar alıyoruz. İnsanımız sanıldığı kadar mikrofondan ve kameradan korkmuyor, doğru şekilde yaklaşılırsa aslanlar gibi konuşuyorlar.

YouTube'da izlenmemiz düşük ama Facebook'ta hatrı sayılır rakamlara ulaşıyoruz.



Dakika 1.20'deki eğlenceli kişilik, Beyaz TV'deki Mülayim Yollarda programının sunucusu, yıllardır o insanlara mikrofon uzatıyordu, biz de kendisiyle tamamen tesadüf eseri röportaj yapma fırsatı bulduk, 5 TL kaptırdık ama feda olsun :)




Kadınlar ve memeleri

Bütün canlıların memeleri yumurtlama ya da hamilelik sürecinde geçici olarak belirirken, dişi insanların memeleri ergenlikten sonsuza dek dik ve belirgin, peki neden?

Konu hakkında Google'layınca bir haber dışında pek bilgiye ulaşamadım, o haber de sorularıma tam olarak yanıt vermedi. Biraz üzerine düşünelim.

Kadınların memeleri neden daima belirgin?

Bunu kendime doğal seçilim ile izah etmeye çalıştım. Niye böyle bir konuya kafa yorduğumu merak edenler henüz beni tanımıyordur. Ben her şeye kafa yorarım :D

Kutup ayıları neden beyaz?

Çünkü buzul coğrafyadaki renkli ayıların avlanma olasılığı çok düşük, bir fok balığı kendisine doğru yaklaşan 200 kiloluk boz ayıyı yüzlerce metre uzaktan fark edip kaçar. Ama aynı fok beyaz ayıları fark edemeyebilir. Böylece renkli ayılar o coğrafyada karınlarını doyuramayıp ölmüş yahut göç etmiştir. Doğal seçilim böyle bir şey.

Memesiz kadınlara ne oldu?

Ayıların fiziksel olarak kamufle olamadığı yerlerde açlıktan nesillerinin tükenmesine benzer bir şekilde; sadece yumurtlama ve hamilelik döneminde memeleri belirginleşen dişi insanların da nesillerinin tükendiğini düşünüyorum. Ayıların kaderine benzer bir tercih edilmemeye dayalı doğal seçilim, dişi insanları da dünyadan silmiş olabilir.
İnsanlar dört ayak üzerinde yaşamayı bırakıp iki ayak üzerinde yaşamaya başladığında, erkek insanlar, çiftleşecek dişi insanların erişkinliğe adım atıp atmadığını ayırt etmekte güçlük çekmişler. Öyle sanıyorum insanlar dört ayak üzerindeyken çiftleşecekleri dişilerin kalçalarını kokluyorlardı. Yumurtlama döneminde olup olmadığını kokuyla anlıyorlardı. Ama insan ayağa kalkınca koklayarak eş bulma demode bir yönteme dönüştü. Öte yandan dişi insanların belirgin ve daha az kıllı kalçasından tahrik olan erkek insanların artık ayakta oldukları için kalçaları görme ve koklama olanakları azalmıştı.
Tüm bunlardan bağımsız olarak bazı dişi insanlar 'anormal bir şekilde' ergenliğe girdikten itibaren ölünceye kadar belirgin memelere sahipti, bu bir anormallik olmasına rağmen erkek insanlara kalçayı da hatırlatması (bkz: kalça çatalı ile meme çatalı arasındaki benzerliksebebiyle tahrik ediciydi. Böylece erkekler çiftleşmek için bu "anormal" dişileri tercih etmeye başladılar. Diğer normal (sadece yumurtlama ve hamilelik sürecinde memeleri belirginleşen) dişi insanlar tercih edilmemeleri nedeniyle uzun vadede dünyadan silinmeye yüz tuttular. Neredeyse nesilleri tükendi ve hala toplumsal baskı gördükleri için meme büyütme ameliyatları falan oluyorlar.

Yani, özetle, galiba, sanırım, günümüzdeki kadınların çoğunun ataları o anormal dişiler.

Erkeklerin çatal düşkünlüğü yüzünden milyarlarca iyi kadın geleceğe genlerini aktaramamış/aktaramayacak.

Pek kolay değil ama umarım bu savları cinsiyetlerden bağımsız ele alıp, sadece canlıların eş tercihinin doğal seçilime ve sonraki nesillere katkısı olarak okumuşsunuzdur.

Bir davranış kalıbı bir cinsiyetle özdeşleşmişse, "Kadınlar detaylara çok önem verirler" gibi; bu, erkeklerin uzunca bir süredir detaylara önem veren kadınlarla çiftleşmeyi tercih ettiği anlamına gelir. Detaylara önem vermeyen kadınlar pek tercih edilmedikleri için genleri günümüze kadar ulaşamamış olabilir.

Aynı şekilde, "Erkekler genellikle öfkeli ve saldırgandır" gibi bir yerleşik kanı varsa, kadınlar öfkeli ve saldırgan erkeklerle çiftleşmeyi tercih ettiğindendir. Hadi feministler bunu da açıklasın :)

İnsanların kontrolünde olmayan fiziksel görünüşleriyle değerlendirilmediği bir çağ umut edelim.

Fotoğrafın kaynağı: HT




Hemen bakma!

Bazı filmlerden / kitaplardan yıllar sonra küçücük bir parça hatırlarsınız ve aramaya başlarsınız. Bulduğunuzda o parçayı ilk izlediğinizde / okuduğunuzda aldığınız hazdan fazlasını bile alabilirsiniz. Bu; durdurulamaz nostalji fetişizmimizin eseri sanırım.

Neden bu durumu size mal ettim bilmiyorum, bende öyle oluyor, sizde de öyle oluyordur herhalde.

Bir film var, az bilinen, o kadar da ahım şahım beğeni almamış, ilgi çekmemiş bir film. Ya biri önermiş ya da ekşi sözlük'te falan görmüşümdür bilmiyorum, izlediğimde çok sevmiştim.

Sundays At Tiffany's film posteri
Filmdeki bir sahneden kopya çekerek kız arkadaşımı etkilemiştim, yürümedi tabii, ayrıldık sonra, neyse konumuz bu değil. Şık bir otel lobisinde de yapamamıştım bu jesti, bir kebapçıda yapabilmiştim :) N'aparsın 'coğrafya kaderdir'

İşte o sahne.

Hemen bakma ama ömrümde gördüğüm en güzel kızı gördüm

Nerde?

Solda, ama hemen bakma!


Birazcık daha sol


Bu sahneyi birkaç gündür arıyorum, yine eski twitlerim arasından çıktı. İyi ki her şeyi twitter'a not etmişim :D





Instagram'daki zıpır anketlerim

Instagram'da yaklaşık 280 takipçim var. Bunların tamamı organik, hatta yüzde doksanı yüz yüze görüştüğüm, elini sıktığım insanlar, zaten yarısı ya akrabam ya da iş / okul arkadaşım, özetle çoğunu tanıyorum. Anketlere katılım yapanlar arasındaki cinsiyet dağılımı 4 erkek, 1 kadın şeklinde diyebilirim. Her politik görüşten, çeşitli inançlardan, ekonomik sınıflardan, eğitim düzeyleri de değişen insanlar bu anketlere katılıyor. Anketlerime katılımcı sayısı ortalama 40 kişi. Şu an anket sonuçlarını çok ciddiye alıyormuşum gibi bir dille yazdığımın farkındayım ama beni tanıyanlar o kadar da umursamadığımı bilirler.

Nerden esti?
Instagram'a hikaye ve sonrasında anket özelliği geldiğinde bu özelliği bir tür sosyal deney yapmak amacıyla kullanmaya başladım. Organik insanlara belli bir uslüpla benzer temada sorular sormak ve gelen cevaplar üzerine düşünmek hem eğlenceli hem de öğretici.




Şuurlu bir şiir

Geçtiğimiz hafta bir yazarlar birliğinin/topluluğunun toplantısına katıldım, hatrı sayılır bir adam Nazım Hikmet'in daha önce hiç duymadığım bir şiirini okudu. Not ettim ve birkaç gündür okuyorum, ara sıra okumak için buraya not ediyorum. Belki siz de okumalısınız.

Mehtaplı bir gece,
gümüş bir kutunun içindesin:
          ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
Ya çok seslidir
         ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.
Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.
Kız gibi Osmanlı filintası.
Parlıyor arpacık
                     namlının ucunda :
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
                                   ve bir damlacık.




Depresyonun kaygılı düşüncelerle ontolojik ilişkisi

Yıllardır "Çok düşünme delirirsin!" sözünün karşısında durmuş, bu sözün sahiplerini itin götüne sokar nitelikte onlarca yazı yazmış, gazetelerde yayınlamış biri olduğumu belirterek başlamalıyım. Bu kete fikre biçimsel olarak yakın bir yeni sava sahibim.

Varoluşsal kaygılar üzerine yapılan derin iç sorgulamalar insanı bunalıma (depresyona) itiyor. Yahut (erken) bunalım hali, varoluşsal kaygılar üzerine derin iç sorgulamalar yaptırıyor. İlk bakışta pek mümkün görünmese de bu iki ayrı durumun aynı anda gözlemlenmesi de olası. Hangisinin önce cereyan ettiğini söylemek güç.

Benzer şekilde; bir şeyin (söz gelimi benliğin) varlığını reddetmek başta insanın yükünü hafifletse de uzun vadede yaşamsal motivasyonları zehirliyor. Bu çıkarımlar ışığında yüzeysel bir yaklaşımla Nihilizm gibi akımların uzun vadede bireyi özgürlük yerine yıkımlara götürdüğünü söylemek yanlış olmaz.

Bu savlara bakıp "Çok düşünme kafayı yersin!" görüşüne katılmaya başladığım düşünülmesin. Hala insanın düşünmekten başka çaresi olmadığını savunuyorum. Kendime nispeten karşı tezler geliştirdiğimi kabul etsem de kaygıların gerekli olduğunu düşünüyorum. Yerli yersiz sürüyle endişe içerisinde olmalıyız, eleştirel zihnimizi korumamızı kaygılara borçluyuz. Ancak burada dikkatli olmak, dozu haddinden fazla arttırmamak önemli. Keza doğru dozda kullanılmayan ilaç bile zehirdir.

Peki ilkel (antik) insan kaygılarla nasıl mücadele etmiş?


Çocuklanarak. Eğer; tanrı, benliğin varoluşu ve buna benzer soyut konularda fazlaca düşünüp yaşamsal arzuları yitirmek istemiyorsak çocuklanmak (ve benzeri gereksiz dertler edinmek yahut bu dertleri edinmeye yönelik planlar yapmak) oldukça etkili bir çözüm. İnsan kendine beşeri/dünyevi dertler icat ederek ulvi ve tehlikeli dertlerden uzaklaşabilir. Bir ruh doktoru, doğurmanın ve çocuğun getirdiği dünyevi dertlerle ilgilenmenin ruha iyi geldiğini söylese muhtemelen infial yaratır. Neyseki ben ruh doktoru değilim, bu sayede rahatça önerebilirim doğurun ve doğurtun arkadaşlar, bu sayede akıl sağlığınızı; her an tadınızı kaçırmak için pusuda bekleyen varoluşsal, depresif düşüncelerden uzak tutabilirsiniz. Dünyadaki kısıtlı yaşam süremizi, toplumsal normlara uygun bir şekilde tamamlamak istiyorsak, önemsiz dünyevi dertler edinmeliyiz.

Abdurrahim Karakoç'tan iki mısra ile tamamlayalım.  
Oğlun kızın olsun hele
Unutursun Mihribanım
  




Pazar günlerinin ilişki bitirici etkisi

...Bir masaya oturdu, sormadan çay verdiler ya da sordular da Yusuf duymadı. Ağır hareketlerle sigarasını sardı, düzeltti, yaktı. Kafasını kaldırıp çay bahçesindeki masalara baktı. İnsanların en kıymet verdiği insanlara vakit ayırdığı Pazar gününe odaklandı.

Yusuf'a göre tatiller 'Çok muhabbet tez ayrılık getirir' ata sözünün vücut bulduğu günlerdi. Sigarasını solurken bunu düşündü. Pazar günlerinin ilişki bitirici yönü çırılçıplak karşısındaydı.

Masalar dolusu insanlar, binlerce yıldır uzlaşılamayan konuları yeniden ve yeniden tartışıyordu. Sevgili adayları, sevgililer, iş arkadaşları, yeni evliler, eski evliler, ortak hobili insanlar, okul arkadaşları, çocuklu aileler, çocuk yaptığına pişman karı kocalar, istediği ışıklı oyuncağı almadığı için babasına kızgın çocuklar... Tüm ilişkiler doğanın kanunuymuş gibi yıpranıyor, onarılıyor ve öncekinden daha büyük yaralar alıyordu...

Birkaç aydır üzerinde çalıştığım romandan küçük bir bölüm... Nedense buraya da taşımak istedim.